Sınırsız tahakküm ve yıkım

Sermayenin ve devletin sınırsız tahakkümü ile “Cumhuriyet”in yıkımına konulacak son nokta yolculuğu birlikte ve son hızla devam ediyor. Eş zamanlı olarak OHAL kıyımı da devam ediyor.

Keyfi OHAL KHK’si düzeni, Demokles’in kılıcı gibi halkın tepesinde. Yirminci KHK yayımlandı, on güne bir KHK düşüyor. O kadar dağınıklar ve keyfiler ki, 20 KHK’nin son 8 tanesi, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nca aynı tarihte,  2 Ocak 2017 tarihinde kararlaştırılıyor. 3’ü 6 Ocak, 4’ü 21 Ocak, 1’i de 7 Şubat günü yayımlanıyor. Bu aynı tarihli KHK’lerdeki ilginç çelişkiler bir yana, Bakanlar Kurulu yeni anayasa yasasıyla varlığının sona ermesini daha şimdiden kabul etmiş durumda, boş kağıda imza atmaktan kaçınmıyor. İmzalanan kararnamelerinin altı sonradan dolduruluyor. Sorun sorun üstüne ve bir de etik sorun var. 

Her kararname tozu dumana katıyor. Son KHK eğitime ve akademiye hızlı daldı. İşsiz bırakmakla kalmıyor, mesleğini de yapamazsın diyor. Yılların birikimini kendilerince çöpe atarken bir yandan da “bitti sizin laik eğitiminiz ve bilimsel üretiminiz” diyor. Bunlara kısaca “yağma yok” diyoruz; “akıl ve bilim yok edilebilir mi” diyoruz.

Devleti de iki “fon” ile yönetecekler. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ile mülkiyet yeniden yapılandırılırken; Türkiye Varlık Fonu ile devlet şirketleştiriliyor. Hazine  “anayasalı hükümdarlık” emrine geçiyor. Kaynakların akacağı deniz aynı: sermaye… Bu selin önüne katıp paramparça etmek istediği sınıf da emekçiler…  

Piyasanın devleti tüm varlığıyla piyasa içine yerleştirilirken “denetimsizlik” asıl, denetim tali kılınıyor. Anayasa Mahkemesi de bu denetimsizliğe -tıpkı laiklik ve OHAL KHK denetimi kararlarındaki içtihadını yok saydığı gibi- kendi içtihadını yok sayarak izin veriyor. Son golü Sayıştay’a attı.

Esneklik, güvencesizlik, yolsuzluk, talan, sermaye lehine gelirin yeniden dağılımı hukukla serbest bırakılırken, bir hazırlık daha gündemde… 30 olan büyükşehir sayısı 51’e çıkacak. Yani illerin mülki sınırları içi tek başkana, büyükşehir belediye başkanına teslim edilecek. Bunun devamı, bu illerde seçimle gelen vali… Bunun anlamı da federe devlet kurmadan, sözde üniter devlet içinde eyalet tipi modeller oluşturmak.

Yapılanların hepsi, devleti “cumhurbaşkanı” adlı tek kişiye teslim edecek yeni rejim arayışıyla örtüşüyor: Sermaye düzeni için en rahat yönetim, soygun düzeni için en rahat ortam.

Siyaset: düzen için var, onlara serbest… “Evet” serbest… “Hayır”, kolay bastırılır, hakarete sokulur… TRT’de bile 4 parti konuşacak, bir de “isterse” notuyla Cumhurbaşkanı…

İtirazı olan varsa ya soruşturma/gözaltı ya da KHK… Kırk satır mı kırk katır mı? Dava açmadan önce de “OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu”na başvurulacak. Bekle dur halim ne olacak diye. Aç mısın açıkta mısın devlete ne?

Özetle “herşey sermayeye”, “saray” aracılığıyla devlet de sermayeye… Ama “saray”ın epeyce yetkisi ve çıkarı olmalı ki ilkede sapma olmasın…

Cumhurbaşkanı, TOBB toplantısında açık açık ilan etti rengini, “evet” için oy istedi. Artık, halkoylamasına yönelik kampanya ve propagandalarda “hayır”cıların karşısında siyaseten de hukuken de ideolojik olarak da taraftır.  Artık, bu kampanya ve propaganda boyunca Anayasa’nın 101. maddesindeki en temel ilke “Cumhurbaşkanının tarafsızlığı” ilkesi fiilen ve resmen askıda olduğundan, zaten yeni anayasa yasasındaki konumuna uygun davranma konusunda şimdiden rahat olan Cumhurbaşkanı’nın “şeref varlığını koruma” konusu da halkoylaması yönünden askıdadır. Bu konuda Ceza Kanununun “cumhurbaşkanına hakaret” maddesi de askıdadır.

Çünkü artık, hukuksal olarak “kabul edilebilir eleştiri sınırları”, siyaset insanı olan Cumhurbaşkanı için genişlemiştir. Cumhurbaşkanına karşı eleştiri, “siyasi nitelikli” hale gelmiştir. Çünkü “evet” siyaset ise “hayır” da siyasettir.

Burada bir konuya daha dikkat çekelim: “başkanlık rejimi” geliyor sözlerine karşı, “cumhurbaşkanı rejimi” savunması yapılıyor ya, aslında “başkan” kavramını yeni anayasa yasasında kendileri kullanıyor: Yenilenen 104. maddede, “Cumhurbaşkanı, Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder” deniliyor. Mevcut Anayasada bu kavram, “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır” şeklinde geçiyor.

Sermaye sınıfı, burjuva devletle birlikte çalışıyor; saldırıyor, baskı altına alıyor, satıyor, talan ediyor, peşkeş çekiyorlar; işçi ve emekçileri işsiz bırakıyor, mesleklerini kullanılamaz hale getiriyor, güvencesiz ve esnek çalışmayı yerleştiriyorlar; soydukça soyuyor, ezdikçe eziyorlar.

Sermaye sınıfı, sınırsız tahakküm için, yıkmak dahil,  herşeyi yapıyor; yaptırıyor. Sonra da “sınıf mı kaldı” sorusunu soruyor/sorduruyor; hem kendisini perdelemek hem de “işçi sınıfı”nı unutturmak için… Uzlaşın bizimle, dinsel sadakatinizi eksik etmeyin diyor susturmak için.

Sınıflar yok olmadı ki… Yok olmadığı gibi, toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik “altüst oluş” sınıfsal karşıtlığı keskinleştirdi. Kapitalizmin, mutlak yasası olan eşitsizliği ve ekonomi politiği olan sömürüyü her gün iliklerine kadar yaşıyor emekçiler.  

İşçi sınıfı tüm emekçilerle, tüm ezilenlerle birlikte yaşıyor; örgütleniyor. Örgütlenmeyenleri, kayıtsızları ya da düzenle uzlaşan partilerde zaman öldürenleri de, “sınıfsal mücadele siyaseti”nde örgütlenmeye çağırıyor.       

“Sefalet içinde uzlaşma mı”, bu sömürüye ve sefalete karşı “çetin ve acımasız mücadele mi”? Bugünün düzeni birinciyi işaret ediyor, ikincinin adresi ise “yeter” diyerek işçi sınıfı mücadelesi veren devrimci siyasal örgüt…

Bir kez daha değil defalarca söylemeliyiz ki, “umutsuzluk, karamsarlık ve korkunun ilacı partili mücadeledir. Programıyla, siyaset kültürüyle, örgütsel varlığıyla işçi sınıfının partisinde” buluşmaktır.