Sanat ve sanatçı: korunur mu, kovulur mu?

Devlet, sanatın ve sanatçının korunmasında yükümlülük altındadır ve bu yükümlülük Anayasa ile verilmiştir. Devlet, Anayasa ile verilen yükümlülüğü yerine getirmekle hem görevli hem de sorumludur.

Sanat özgürlüğü, bilim özgürlüğüyle birlikte Anayasa’nın 27. maddesinde güvence altına alınırken, Anayasa’nın 64. maddesinde de özel bir düzenlemeye yer verilmiş, Devletin, “sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı” koruyacağı, “sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri” alacağı belirtilmiştir. Anayasa’nın “temel haklar ve ödevler” kısmının, “sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler” bölümünde yer alan bu hüküm, 1982 tarihini taşıyan özgün bir metindir, o günden bu yana değişikliğe de uğramamıştır.

Anayasa’nın, 27. maddesindeki, “bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkı” içerisinde “yayma hakkı” için sınırlama getirilmiş, yayma hakkının, “Anayasa’nın 1., 2. ve 3. maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılama”yacağı belirtilmiştir. 64. maddenin önemli özelliği, Devlete ödev yüklerken, hak olarak bir sınırlama içermemesidir. Bunun anlamı, “sanatın ve sanatçının korunması” hakkının hiçbir şekilde sınırlandırılamayacağıdır.

Sanatın ve sanatçının korunmasının anayasal güvence altına alınmasının gerekçesi ise Devlete verilen ödevi açık ve net olarak şöyle açıklamaktadır:

“Devletin sanat faaliyetlerini himaye etmesi, sanat eserlerini koruması, değerlendirmeye çalışması, desteklemesi sanatçıları koruması, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk Devlet hayatının geleneklerine dahil olmuştur. Anayasada yukarıda belirtilen konularda Devlete ödev yüklenmesi, özellikle bu geleneğin teyidi mahiyetindedir. Sanatçılara ve sanata verilen önemin geliştirilmesi ise bu maddenin ana hedefidir. ‘Devlet sanatçıyı korur’ ifadesi Türk Devletinin gelecek yıllardaki bu alandaki ödevlerinden en önemlisine işaret etmek üzere maddeye alınmıştır.”

Sanat ve sanatçı, “demokratik toplum düzeninin” gerekleri gözetilerek, Anayasa’da böyle güvence altına alınmıştır. Herkesin ağzından düşürmediği, ancak özellikle siyasal iktidarın işine geldiği gibi uyguladığı ya da sanat ve sanatçının korunması yerine kovulmasını ya da soruşturulmasını gözü kapalı yerine getirirken arkaya ittiği demokratik hukuk devletinin gerekleri böyledir. Ancak, özellikle son yıllarda uygulamada sıkça görüldüğü gibi, hukuk her şeyi çözmeye yetmiyor ya da egemenin istediği kadar çözüyor.

Aslında, AKP’nin, sanat ve sanatçıdan ne anladığı ile hukuktan ve demokratik hukuk devletinden ne anladığı birbirine o kadar bağlı ki… Egemenin elinde, sanat ve sanatçı da, hukuk da “kendi istediği gibi” anlam ifade ediyor “benim sanatım muhafazakâr”, “benim hukukum çıkarcı” “isteyen uyar isteyen uymaz” diyor. Tükürmek, ucube olarak tanımlamak, yasaklamak, sanatın yönetimine el koymak, sokağa bırakmak, ülkeden kovmak, özelleştirmek, soruşturmak, kovuşturmak, yargılamak, garabet demek, çifte standart uygulamak o kadar olağan gösteriliyor ki… Galiba bütün sorun burada olağan olmayanların “olağan” olarak dayatılmasında.

Sanatı ve sanatçıyı “muhafazakârlık” uğruna yok ederken, bağlı olması ve uyması gereken Anayasa’yı yok sayan bir iktidardan, “yeni anayasa” umanların alacağı çok ders var. Sanatın ve sanatçının, aslında, korunmaya muhtaç dahi bırakılamayacağını ve kovulamayacağını bilmeyenler ders almayı bilir mi? Sanatı, “kapitalizmin ve piyasanın her türlü tahakkümü” altına sokan “metalaşma” sürecine karşı koymayı bilmeyenler, sanatı ve sanatçıyı her türlü baskıdan kurtarma ve özgürleştirme savaşımı veremeyenler ders almayı bilir mi?

Bireyin ve toplumun “dünyasını genişleten” sanatın ve sanatçının tasfiyesi, “muhafazakâr sanat” için el atmaktan daha derin anlamlar taşıyor. Siyasal İslamın etki ve kontrol alanının genişlemesi, nasıl kapitalizmin ve emperyalizmin etki ve kontrol alanının genişlemesine katkıda bulunuyorsa, sanata ve sanatçıya atılan el de aynı amaca katkıda bulunuyor. Muhafazakâr sanat, toplumsal ilişkilerin gelişmesinde sanatın önlenemeyen gücünü dışarıda tutamayanların, içeride tutma girişimine hizmet edecektir.

Toplumsal yapıyı ideolojik olarak yeniden üretmeye büyük katkı veren sanat, her zaman gericilerin, tutucuların saldırısı ve baskısı altında olmuştur. Bu baskıyı yapanların gücü, sanatın kalıcılığı ve sürekliliği karşısında bir gün sönecek olsa da, o güce karşı çıkmak için o “bir günün” gelmesi beklenmeden yapılacak çok şey olduğu açıktır.

Unuttukları ya da unutturmaya çalıştıkları şey, sanatın ve sanatçının “yaratıcı” olduğudur. Bu gücü taşıyan sanatçı, kovulamayacağı gibi, aslında korunmaya da muhtaç değildir. Sanatçı kovulamaz, kovulsa da gitmez. Çünkü kovulmak bir edilgenlik ilişkisidir. Sanatçı edilgen değildir, başkalarına bel bağlamaz. Edilgen yaratabilir mi? Sanatçı, “ne köle ne efendi” olduğu için, koruyanın, kovanın, baskının ve adaletsizliğin bulunmadığı bir dünyanın yaratıcısıdır. Oysa korunan bir gün kovulabilir, koruyan bir gün kovabilir.

Anayasa ve hukuk korumasa, tersini yazsa da, sanatçı hiçbir yere gitmez ve gönderilemez. Çünkü o, her yerdedir.