Özelleştirmeler ve kamuculuk*

Neoliberal düzen, egemen siyasi iradenin istekleri ile hukuku özdeşleştirme konusunda ustaca çaba sarf ederken Türkiye’deki başarısı yadsınamaz. 1980’lerde 24 Ocak ve 12 Eylül ile başlayıp devam eden süreçte siyasal mücadele öylesine güçlü yürütüldü ki, “devlet” sözcüğünü kullananlar medyanın da desteğiyle aşağılandı. Bu durumun nedeni önceki dönemlerin devlet anlayışına bağlandı.

Oysa darbeyi isteyenler, özelleştirme politikalarını savunanlar, yasaları çıkarttırıp kararları aldıranlar tüm eylemlerini devlete yaptırdılar. Cephede gözüken hep devlet oldu. Devlet gücü olmadan olmuyordu…

Hukuku da devlet oluşturacaktı, sermayeyi kollayıp emekçileri susturmayı da…  Satan da devlet olacaktı, uyuşmazlık çıktığında yargılayan da…

Neoliberal siyaset, “özel”i öne çıkarıp, “devlet”i de “özel”in hizmetine sunmayı öylesine güçlü götürüyordu ki,  1982 Anayasası’nda “özelleştirme”nin adı bile geçmedi. “Piyasa” hem de “serbest”i öylesine tabu yapıldı ki, solculukları değil liberalcilikleri esas olan “liberal solcu”lar türedi.

Devlet denilen güç görevini sessiz sedasız yaparken, saldırı da devam etti: “Devlet çekilmeliydi, devlet küçülmeliydi”. “Ama devlet, gücüyle ve hukukuyla liberal düzene hizmet etmede, her şeyi sermayeye sunmada kusur etmemeliydi”.

Bu kapsamda geleneksel devlet savunucuları da iki arada bir derede kaldılar. Devleti siyaseten savunuyorlardı ama savundukları devlet, halkın devleti olmadığı gibi, emekçiler üzerinde de her türlü baskıyı yapıyordu; solu işkenceli tutsaklığa itip burjuva düzenini yaşatıyordu.         

Devlet, görevini yerine getirme konusunda elinden geleni yaptı. Egemen sınıfın siyasi iradesi ile bu iradeye hizmet edecek hukuku yaratma konusunda kararlı davrandı ve başardı. O zaman özelleştirme karşıtları halk ile özelleştirme mağdurları emekçiler için umut kapısı “yargı” olmalıydı; ne de olsa bağımsızdı… Olmadı, olamazdı da…

“Üstün” dedikleri hukuk da işe yaramıyordu, “bağımsız” dedikleri yargı da…

Yargı, ancak yaratılan hukuk içinde kalabilirdi ve ancak bu hukuktan sapmalar olursa onları düzeltebilirdi. Özelleştirme mağdurlarının hakları, özelleştirme nedeniyle ortaya çıkan adaletsizlik ve sömürü ise işin özünde aranamazdı. Ancak ve ancak özelleştirme hukuku içinde o hukuka rağmen hak ihlali varsa, o sorgulanabilirdi.

Hatta Anayasa Mahkemesi gibi, Anayasa’nın bağlayıcılığını savunmak ve üstünlüğünü korumakla görevli olan organ, özelleştirme hukukunda ayar yapılmasının yolunu da açabilirdi. AYM kararını verdi: “Özelleştirme devletleştirmenin tersi bir işlemdir. Devletleştirmeye yetkili olan organın özelleştirmeye de yetkili olduğunun kabulü gerekir.” “Yasama organı kamu mülkiyetinin koruyucusudur. Özel girişimin devletleştirilmesinde olduğu gibi kamu varlıklarının özelleştirilmesinde de yetkinin yasama organında olması gerekir”.

Böylece AYM, özelleştirme hukukunun önünü açarken, anayasa koyucuya da yol gösterici oldu. Ve özelleştirme, 1980’lere göre geç de olsa 1999’da Anayasa’ya girdi. Diğer deyişle “anayasal güvence”ye kavuştu. 

AKP ise neoliberal düzene kayıtsız koşulsuz teslimiyette zirveye oturdu. Bir yandan da kendine özgü “talan”ını ihmal etmedi. Hukukla oynadıkça oynadı, çıkarın ağır bastığı alanlarda kendi hukukunu dahi tanımadı. Tam gaz devam ediyor.

Özelleştirme hukuku, kamu kaynaklarını sermayeye aktarmaya yol açıyor, her türlü aktarmayı meşrulaştırıyor; özelleştirmeyi koruyor. Kamu güvencesi altındaki emekçileri “havuz” kılıfı altında işsiz bırakıyor; esnek, güvencesiz, örgütsüz, düşük ücretli alana terk ediyor.

Devletleştirme ve özelleştirme karşıtlık mıdır, ortaklık mı?

1980’lerden bu yana tarih, karşıtlığı değil ortaklığı işaret ediyor. Bu nedenle de yıllardır yapılan özelleştirmelerde hak mücadelesi, hukukun ağlarına takılıp kalıyor; “hukuka uygun özelleştirme” sınırında eriyor.

Özetle, sonuç tabelasına “sattırmamak” gibi bir sonuç yazılamıyor.

Özelleştirme hukuku, sınıfsal karakterini en açık gösteren alanlardan biri. Kendisini saklamıyor ve egemen sınıfın tüm özelliklerini taşıyor.     

“Sattırmamak”; mücadeledir, direniştir. Hem özelleştirme politikalarını hem de satan devlete karşı çıkışı hedefler. Daraltılmış, kişiselleştirilmiş hak mücadelesini aşarak düzeni ve üretim ilişkilerini sorgulamaya yarar. “Piyasacılığın seçeneği yok” diyenlere seçeneğin olduğunu; eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş ve adaletli bir düzenin insanlık önünde seçenek olarak durduğunu anımsatır. Kamuculuğu öne çıkarır.

“Sattırmamak”, ne yalnızca emekçilere hem de satılacak işletmenin emekçilerine bırakılabilir ne de “devlet”in babalığına sığınılarak gerçekleştirilebilir. Satan, zaten devlettir.

Özelleştirmenin karşısına, zaten onun meşrulaştırıcısı ve uygulayıcısı olan devleti değil sınıfsal mücadele içinde kamuculuğu koymak gerekiyor. Sınıfsal karakteri sermaye olan “özelleştirme hukuku ve devlet” karşısında, sınıfsal karakteri emek olan “kamuculuk” ilkesi esas alınarak mücadele etmek, üretim ilişkilerini yeniden ve yeniden sorgulamak gerekiyor.

Sattırmamak için direnmek ile sattırılmayacak olanların sahipliği yani toplumsal mülkiyet için mücadele etmek eşzamanlı yürütülmezse, Türkiye’nin özelleştirme tarihine zincirlerle bağlanmaktan öteye geçilemez. Oysa asıl olan zincirlerden kurtulmaktır. O da sınıf tavrındaki kararlılıkla gerçekleşir.


*10 Aralık 2014 günü Galatasaray Üniversitesi’nde, Yrd. Doç. Dr. Özge Aksoylu’yla birlikte “Özelleştirmeler ve Kamuculuk” başlığı altında birer sunuş taptık. Yukarıda özetlediklerimi sunma ve “kamuculuk” kavramını tartışma fırsatı verdikleri için toplantıyı düzenleyen GÜ Toplumcu Hukukçular Kulübü’ne, Hukukta Sol Tavır Derneği olarak tartışmaya devam etmek üzere, teşekkür ediyorum.