Mülteci hukukundan işgücü piyasasına

Uluslararasında zorunlu nüfus hareketi ya da zorunlu yer değiştirme ve bu hareketi hukuka bağlamak, epeyce eskilere dayanıyor.

1922’den 1950’li yıllara kadar birçok uluslararası sözleşme imzalanıyor. 1951’de Birleşmiş Milletler bunları toparlıyor ve “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi” imzaya açılıyor. Bu sözleşme, mülteci hareketlerinin özelliklerine göre çeşitli protokollerle şekillenerek bugünlere geliyor. Ayrıca özellikli başka sözleşmeler de ekleniyor.

Cenevre Sözleşmesi’nde, Birleşmiş Milletler’in mültecilere karşı derin ilgisini ortaya koyduğu ve mültecilerin temel hürriyetleri ile insan haklarını mümkün olduğu kadar kapsamlı bir şekilde kullanmalarını sağlamaya çaba gösterdiği vurgulanıyor.  Sığınma hakkını tanımanın, bazı ülkelere son derece ağır yük yükleyebileceğine ve uluslararası kapsamı ile niteliği Birleşmiş Milletler’ce kabul edilmiş bulunan bir sorunun, uluslararası iş birliği olmaksızın tatmin edici bir şekilde çözümlenemeyeceğine de dikkat çekiliyor. Ayrıca, bütün devletlerin mülteci sorununun toplumsal ve insani yönlerini kabul ederek, bu sorunun devletlerarasında bir gerginlik sebebi halini almasını önlemek için olanakları ölçüsünde ellerinden geleni yapmalarının arzulandığı ifade edilerek, bir de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği oluşturuluyor.

Türkiye, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni 1961 yılında (359 sayılı Yasa ile) ihtirazî kayıt ve bir deklarasyonla onaylıyor.  Uzun süre bu Sözleşme ve eki protokoller, özel iç hukuk kurallarıyla birliklte uygulanıyor. 4.4.2013 günlü 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ile de kapsamlı bir düzenlemeye gidiliyor. Tarih çok yeni…

Yeni yasa girişiminde, güney sınırlarımızdaki aşırı hareketle birlikte, yabancılara ilişkin mevzuatın ve dönemsel özelliklere göre yürürlüğe konulan özel kuralların, artık sorunları çözememesi dikkat çekiyor.

Yıllarca “geçiş ülkesi” olan Türkiye’nin, “hedef ülke” haline gelmesi ve “düzensiz göç hareketleri”ni kontrol edememesi/duruma göre etmek istememesi, hem derli toplu bir yasaya hem de uzmanlaşmış bir kamu organizasyonuna ihtiyaç duyulmasına neden oluyor. 6458 sayılı Yasa ile İçişleri Bakanlığı’na bağlı “Göç İdaresi Genel Müdürlüğü” kuruluyor ve “Göç Politikaları Kurulu” oluşturuluyor.

Başka etkileyici unsurlar da var. Avrupa, kendisi ile Doğu/Ortadoğu arasındaki köprüde Türkiye’nin frenleme görevine önem veriyor. Konu, AB müzakereleri ve uyum programları kapsamında hep gündemde… Bir “İltica ve Göç Ulusal Eylem Planı” hazırlanıyor ve gelişmeler ilerleme raporlarında sürekli izleniyor. Ayrıca, son onbeş yılda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin, bu konuda Türkiye aleyhine verdiği kararlar da uyarıcı oluyor.

Uluslararasında göç konusunun “insan hakkı” kapsamında olduğu ve bu hakkın hukukla korunması gerektiği konusunda kuşku yok. Bu anlamda, hak ve hukuk kapsamında dünyanın izlediği yolun olumluluk karnesi de ilk bakışta iyiyi işaret edebilir.

Ancak, mülteciliğin tarihsel sürecine, “hak ve hukuk” dar çemberinden kurtularak bakıldığında, temel soruları sormadan olmaz. İnsanların zorunlu yer değiştirme ihtiyaçları hangi koşullarda hangi nedenlere dayanmaktadır? İnsanları, hangi düzen yurtlarından etmekte, uzun ve meşakkatli ölüm yollarına itmektedir?

Milyonlarla ifade edilen mülteci hareketini, insanlık adına hukukla korumaya almak, bu zorunlu nüfus hareketinin gerekçesini ve yaratılma koşullarını analiz etmeyi engellemez. Engellemesi isteniyorsa eğer, düzen adına perdelenen gerçekler saklanıyordur. Ayrıca, egemen siyasetin damgasını taşıyan hukuksal korumanın, koşullarını ve tercihini de analiz etmek gerekir.

Yıllardır Ortadoğu toprağını kanla boyayan emperyalist hesaplara, kapitalizmin mekan düzenleme planlarına göz yumup, insanların göç hikayelerini ve ölümlerini haber başlıkları arasına yerleştirip, ardından mülteci hukukuna sarılarak “yardımseverlik” heybelerini dolduranlara, kimse insanlık adına ödül verip alkışlamaya kalkmasın. Çünkü o kanlı sömürü düzeninin bileşenleridir, mültecileri hanelerine ekleyenler…

Birinci ve ikinci Dünya savaşlarında olduğu gibi, bugün de, göç kervanlarını ve ölümleri savaşa ve silahlı çatışmalara bağlamak, savaş ortamından destek almak fazlasıyla eksik olur. Asıl kaynak, savaşların ve silahlı çatışmaların nedenindedir. Asıl kaynak, kapitalizmin ekonomi politiğidir.

İnsanları zorunlu göçe sevk eden kaotik düzeni besleyip, bir kısmının ölümüne seyirci kalıp, sonra da “çaresizliğe çare” bahanesiyle kendi kollarının altına alanlar, “hayırseverlik” üzerinden sömürü düzenlerini sürdürmeye de devam ediyorlar. Öyle ya da böyle, sömürü düzeni, ölümler üzerine dünya kurmaya zaten alışık.

Emperyalizm, hiyerarşik yönetim düzeniyle yaşıyor ve eşitsizlikten besleniyor; Birleşmiş Milletleriyle, Dünya Bankasıyla bu düzeni sağlamlaştırma adına, yoksullukla ve göçlerle ilgilenmeyi misyon ediniyor.

Savaşların olduğu gibi, zorunlu göçlerin de amacı ortak: hegemonya sürdürme, mekan düzenleme ve mülkiyet yönetimi… Dünya Bankası, büyük ve zorunlu göçleri  bir “risk yönetme mekanizması” olarak tanımlıyor.

Mekan düzenlemenin ortaya çıkardığı insan fazlalığı -egemen düzenin sahiplerine göre atık-, kendiliğinden gibi gösterilen büyük hareketle, dağıtılarak, parçalanarak, çocuğuyla kadınıyla süründürülerek, ölüme gönderilerek “üretim aracı” haline getiriliyor: Muhtaçlık üzerinden işgücü piyasası…

Mülteciler, belirli bir toprağın ve yurdun insanı değil, küresel pazarın ucuz ve güvencesiz işgücü. Gittiği ülkenin düzenine ve kurallarına itaatkar…

İnsan göçleri, küresel alanda kapitalist üretimin “yedek ordusu”ndan “aktif ordu”suna geçişi ifade ediyor; “bireyler” üzerinden algılatılan, ancak sermaye düzeninin yasalarına bağlı olarak gelişen sosyal hareketler… Özü itibarıyla sınıfsal denetim mekanizmasının araçlarından biri…

Göçlere neden olan olaylarla birlikte, gömen kaçakçılığı ve insan ticareti gibi suç sayılan örgütlü faaliyetler de sermaye düzenin ürünü; bu düzeninin kurallarıyla da denetim altına alınması olanaksız. 

Ulusları bağımlı kılamıyorsanız, yardımseverlik vitriniyle insanları bağımlı hale getirebilirsiniz. Toprağı işgal edemiyorsanız, insanını üzerinden alır, perişan eder, öldürür; sağlamların içinden seçtiklerinizi de kendi üretim alanınıza yığarsınız. Hem “hayırsever” gözükür hem de disiplin hukukunun gereğini yerine getirirsiniz.  Hem vahşetin yaratıcısı olur hem de hegemonyanızı sürdürürsünüz.

İnsan yüzlü maske takması, kapitalizmin sömürü gerçeğini ve vahşetini saklamaya yetmiyor.