Madalyonun İki Yüzü

Güncel kuvvetler ayrılığı tartışmaları, yargı gücü tarafından yasama ve yürütme güçleri üzerinde yürütülen denetim ve “denge” başlığı altına sıkıştırılırken, içinde yaşanılan ekonomik ve siyasal krizin çözümünde de belirleyici olarak gösteriliyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesini ve bu ilkenin temel ayağı bağımsız yargı denetimini soyut olarak savunmak bir işe yaramadığı gibi, hakların yargı denetimi yoluyla korunması örneklerini sıralamak da yeterli olmuyor. Sorunlar batağından kurtuluşun reçetesi ne kuvvetler ayrılığı ne de yargı…

Yargı denetiminin kimleri ne kadar koruduğu, kimlerin yararına çalıştığı üzerinde olumlu-olumsuz çok örnek bulunur. 1961 ve 1982 Anayasaları dönemlerinin karşılaştırması bu örnekleri zenginleştirir. Kimi zaman hukuk metinleri aynı özü kuruduğu halde yargının, farklı siyasal dönemlerde farklı kararlar verdiğine tanık olunur. Kimi zaman aynı dönemde benzer konuda farklı kararların verildiği görülür. Sorumluluk da hukukun “çok telli sazı”na bağlanır geçiştirilir ancak yaşam tarzı başkalarının isteğine göre şekillenir gider. Hukukla ve yargıyla kazanılan olumluluklar olmakla birlikte, kapitalizmi güçlendirerek yaşatan somut durumun değişip değişmediği neredeyse hiç tartışılmaz.

1961 Anayasası, “demokratik” özelliği öne çıkarılırken, getirilen hak ve özgürlük hükümleriyle birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin kurulması ve anayasal yargıya geçişle de öne çıkarılır. Seçimle gelen yasama organının çıkardığı yasalar, bağımsız yargı organı tarafından denetlenecek ve demokratik anayasal yapı korunacaktır.

Bu amaçla, 1962 yılında kurulan Anayasa Mahkemesi, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin açtığı iptal davalarıyla işe sarılmıştı. Bu davalardan biri de 1963 tarihli 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu idi. 1962 Anayasası’nda lokavt düzenlenmemişti. “Çalışma ile ilgili hükümler" başlıklı 42. maddede, çalışmanın “herkesin hakkı ve ödevi” olduğu, Devletin “çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için, sosyal iktisadî ve malî tedbirlerle” çalışanları koruyacağı ve çalışmayı destekleyeceği, “işsizliği önleyici tedbirleri” alacağı yazılmıştı. “Toplu sözleşme ve grev hakkı” başlıklı 47. maddede de, işçilerin, “işverenlere olan münasebetlerinde, iktisadî ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacı ile toplu sözleşme ve grev haklarına sahip” olduğu belirtilmişti. TİP, Anayasa’da lokavtın hak olarak tanınmadığını, çalışma hakkı karşısında lokavtın işçiyi yoksulluğa düşürecek nitelikte bulunduğunu, kendilerine iş bulmakla ve insanca yaşamalarını sağlayacak tedbirler almakla ödevli kılınmış olan Devletin, işçilerin işsiz ve aç kalmaları sonucunu doğuracak bir hakkı işverenlere tanıması ile bu ödevlerini yerine getiremez duruma gireceğini ileri sürerek lokavtla ilgili düzenlemelerin Anayasa’ya aykırılığını ileri sürmüştü.
Anayasa Mahkemesi, 19-20.10.1967 günlü kararında (E.1963/337, K.1967/31), Anayasa'nın 47. maddesinin ikinci fıkrasında, “işverenlerin hakları”nın özel kanun ile düzenleneceği hükmünün, grev hakkının kullanılması ve bunun ayrık durumlarının özel kanun ile düzenleneceğini öngören cümle içinde yer almasının, işverenlerin greve karşılık olan haklarının düzenlenmesi amacına yönelik olduğu grevin, işçinin kendi çıkarlarını işverene karşı korumak için Anayasa'nın işçiye tanıdığı bir yetki, bir hak olmasına karşılık, işverenin de kendi çıkarlarını korumak için bir takım haklarının bulunması gerektiği, yoksa işverenin işçinin grevi karşısında hemen hemen her zaman işçinin isteklerini kabul etmek zorunda kalacağı ve böylelikle sosyal dengenin bozulacağını ileri sürdükten sonra “demokratik sosyal düzen” üzerinde durmuştur. Kararda, Anayasa’nın 47. maddesinin gerekçesine de gönderme yapılmış, lokavt hakkının mahiyetinden doğan farklılıklar hariç, “grev hakkına muzavi olarak” kanunla düzenleneceğinin, ancak bunun bir insan hakkı olarak Anayasa'da zikredilmesi için sebep olmadığının gerekçede yer aldığı belirtilmiştir.

Mahkeme özetle, Anayasa'nın 47. maddesinin yazılışından ve hazırlık çalışmalarından, lokavtın bir temel hak olarak benimsenmediğini, ancak grevin düzenlenmesi sırasında işverenleri, işçiler karşısında savunmasız bir durumda bırakmamak için kanun koyucu tarafından işverenlere de bir takım haklar tanınmasının öngörüldüğünü, bu haklar arasında lokavtın bulunup bulunmamasının kanun koyucunun takdirine bırakıldığını açıklayarak, lokavt hakkının, mülkiyet hakkının kamu yararına aykırı biçimde kullanılması olarak düşünülmesinin de asla doğru olmayacağı gerekçesiyle lokavta ilişkin hükümlerin iptal isteminin reddine karar vermiştir.

Böylece lokavt, 1961 Anayasası’nda yer almadığı halde, Anayasa Mahkemesi’nin yorumuyla, yasayla yaşamaya devam etmiş ve 1982 Anayasası’na, “denge fikriyle” yerleştirilerek anayasal güvence altına alınmıştır.

1982 Anayasası döneminde, benzer bir örnek “özelleştirme”de yaşanmıştır. 1982 Anayasası’nın özgün metninde özelleştirmeye yer verilmediği halde, özelleştirmeye ilişkin yasa hükümlerinin Anayasa’ya aykırılık savını inceleyen Anayasa Mahkemesi, 7.7.1994 günlü kararında (E.1994/49, K.1994/45-2), özelleştirmenin yasaklanmadığını, yasaklanmayan bir konunun yasayla düzenlenebileceğini, devletleştirmenin tersi bir işlem olan özelleştirmenin, devletleştirmeye yetkili olan yasama organı tarafından düzenlenebileceğini belirtmiştir. Anayasa’ya aykırı bulunmayan özelleştirme, daha sonra 1999 yılında Anayasa’ya yerleştirilerek anayasal güvence altına alınmıştır.

Kurum ve kurallar üzerinden, kavramsal ve soyut tartışma yapmanın, maddi gerçeğe bakmadan anlam ifade etmeyeceği gibi, gerçeğin üstünü örtmede nasıl kullanılacağı bu tür örneklerle daha net anlaşılmaktadır. Kurum ve kuralların, demokrasinin araçları olması da hatta demokratik düzenin “sosyal” olarak nitelendirilmesi de durumu değiştirmemektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin, yukarıda aktardığımız, lokavtı Anayasa’ya aykırı bulmayan kararında yaptığı “demokratik sosyal düzen” değerlendirmesi anlamlıdır. Mahkemeye göre, “Anayasa'mızın temel ilkelerinden birisi, demokratik sosyal bir düzenin gerçekleştirilmesidir. Bu yön, Anayasa'nın başlangıç hükümlerinde belirtildiği gibi 2. maddesinde de belirtilmiştir. Bir devletin sosyal devlet olması demek, çalışanların işverenlere her istediklerini yaptırabilmelerinin sağlanması demek değildir nitekim, işverenler de işçilere her istediklerini yaptıramazlar. Sosyal sorunlardan en önemlisi, işçilerin çıkarları ile işverenlerin çıkarları arasında adalete uygun bir bağdaştırma ve uzlaştırma yolunun bulunabilmesidir. Bu ise, bir yana çıkarlarını koruması için bir takım etkili haklar tanıyıp öbür yanı kendi çıkarlarını koruması için bu türlü haklardan yoksun bırakmakla sağlanamaz. Sosyal ilkelere bağlı devlet, ne çalışanların çalıştıranları ne de çalıştıranların çalışanları ezecek durumda olmasına yer bırakmayan devlet demektir”.

Kapitalizm, düzenini korumak amacıyla, Anayasa’yı da hukuku da yargıyı da araç olarak kullanmakta, eşitsizliği, “işçilerle işverenler arasında sosyal bir denge” gibi cafcaflı sözcüklerle demokrasi kılıfı içine sokarak kafaları meşgul etmekte, emekçilerin ve geniş halk kesimlerinin gerçek için savaşımını rahatlıkla yönlendirebilmektedir. AKP de aynı yöntemi kullanmakta, düzeni korumak için gereğini yaparken, “sorunlar yumağından kurtuluş bizdedir” diyerek kendi siyasal konumunu korumaya çalışmaktadır.