Küçük adam ne oldu sana?

Sevgiyle, saygıyla andığımız Yılmaz Onay, Hans Fallada’nın aynı adlı romanından uyarlayarak oyunlaştırmıştı ve yönetmişti Ankara Sanat Tiyatrosunda “Küçük Adam Ne Oldu Sana”yı.

Yaşamı da bir roman gibi olan Alman yazar (1893-1947), onu da ihmal etmeyip hem de Naziler tarafından kapatıldığı akıl hastanesinde şifreli olarak yazıyor otobiyografik olarak nitelendirebileceğimiz “Ayyaş” adlı romanını.

“Küçük Adam Ne Oldu Sana?” romanı 1932 tarihini taşıyor. İkiyüzlülüğün, çıkar ilişkilerinin, sömürü düzeninin, bir de bunlara eklenen savaşın vahşi çarklarının arasında sıkışıp kalan küçük insanları anlatan roman, tahmin edileceği gibi Naziler tarafından tehlikeli yazarlar listesine alınmasına neden oluyor yazarını. Ki, 1931’de yayımlanan ve 1928 Almanya'sının gerçeğini aktaran “Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar” romanı da var.  

Yaşamı ve gerçekleri tüm canlılığıyla anlatarak övgüyü hak eden bu iki romanın Fallada’yı düzenin hedef tahtasına oturtması kaçınılmaz.

Anlatılan tam da Almanya’yı faşizmin batağına iten sınıfsal koşullar ve bu koşullara destek veren siyasiler, basın, işçi ve köylü temsilcileri. Onları tutunmaya çalışılan dal olarak gören küçük insanlarsa aslında vahşi sömürü ve savaşın düzenini yaşatmaya destek veriyor kâh öfkeleri dindirilerek kâh kışkırtılarak; ama sonunda boyun eğdirilerek, sesleri kısarak.

Tabii böyle bir gerçekçi romanın Türkiye’de uzun süre sansürlü yayımlandığını da anımsatalım. Öyle ki 2018’de yayımlanan (Everest Yayınları) “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” baskısıyla önceki baskılar arasındaki sayfa farkı bile bunu anlamaya yeter.

Yaşama vedasına yakın bitirdiği “Herkes Tek Başına Ölür” romanıysa Fallada klasiklerinin klasiği. Çevirmeni Ahmet Arpad’ın deyişiyle “küçük insanların Nazi Rejimiyle savaşı”nı anlatır. “Küçük insanların avukatı” olarak da tanımlanan Fallada gerçeklerin fotoğrafını çekmekle bitirmez yaşamını, başkaldıran ve direnen insanları da yazar.

Ne zaman “ne olacak bu memleketin hali” ya da “kime oy vereceğiz” sorusuyla karşılaşsam Fallada’yı ve romanlarını anımsarım.

Avuçların içinden akıp giden yaşamlar, ayakların altından kayıp giden topraklar, köreltilen akıllar ve karartılan aydınlanma… Hepsi sömürü denizine akıtılıyor ya da o düzenin dalgaları tarafından yutuluyor.

Hep tartışılırdı, 1970’lerin ikinci yarısından sonra, özellikle son çeyrekte daha çok tartışıldı; Türkiye’nin içinde bulunduğu kan gölü, faşist çetelere ve bunu besleyen siyasi şapkanın sahiplerine bağlanıp bırakılamaz.

Tıpkı 12 Eylül darbesinin beş generale bağlanıp bırakılmayacağı gibi…

Tıpkı 1930’ların 40’ların Almanya’sının ve İkinci Dünya Savaşı'nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne saldırının basitçe Hitler’e ve Nazilere bağlanıp bırakılamayacağı gibi…

Ya da bugün yalnızca İslami faşizme saplanıp kalınamayacağı gibi…

Faşizmin niteliği ve işlevi tüm boyutlarıyla sergilenmeden, ideolojisi yerli yerince anlaşılmadan, kapitalist ve emperyalist dünyanın marksizme dayalı analizi yapılmadan durulan her yerde sermaye sınıfının egemenliğini kabullenen, kabullenmekle kalmayıp sömürü düzenine destek veren; küçülen, küçüldükçe ezilen insan kümeleri büyüyerek yığılıyor.     

Düzen siyaseti de bu yığınlarla sermaye sınıfı arasındaki ipleri birbirine bağlayarak düzenin istikrarı için hizmete devam ediyor.

Fallada’yı anımsatan bir başka konu da örgütlü sınıfsal mücadele. Fallada’nın anlattığı canlı dünya, bu dünya içindeki küçük insanlar ve bu insanların küçük direnişleri örtülü de olsa hep bir boşluğu ve ihtiyacı anımsatır.

Fallada’nın romanlarının yeni klasikler arasına girmesindeki giz de gerçeğin yansıtılmasındaki başarısına ek olarak okura bu boşluğu ve ihtiyacı yazmadan anlatmasıdır diye düşünürüm.

Mücadelesiz olmaz ama mücadele de sınıfsal ve örgütlü olmadan eksik olur. Sınıfsal gücü taşımayan mücadele toplumsal ve ekonomik yapıyı da değiştiremez. Bu gücün buluşma yeri “parti”dir; düzenin özüne bütünlüklü olarak inen, özü sınıfsal niteliğiyle analiz edip gösteren, işçiyi ve emekçiyi sınıf yapmada öncü olan parti.

Ödün vermeyen, sapmayan, uzlaşmayan, boyun eğmeyen mücadele ile düzen siyasetiyle umut arayanların mücadelesi arasındaki fark bu: Birinciler değişmeli, ikinciler devam diyor; birincilerin teorik, politik ve örgütsel ilkeleri ve bütünlüğü var, ikincilerin yok.

Türkiye Komünist Partisi'nin seçimsiz ya da seçimli tüm zamanlarda ve alanlarda mücadelesini düzen analiziyle birlikte “bu düzen değişmeli” hedefine oturtması, düzen partileriyle ve olmadığı iddiasını ileri sürdüğü halde aynı siyasete ödün vererek faaliyetini sürdüren partilerle arasındaki farkı açıkça gösteriyor.

Politik mücadeleyle uğraştığını sananlar, ekonomik mücadeleyi ve sınıfsal karşıtlığı unuttukça düzen devam ediyor. Sınıfsal mücadeleyi körelterek kapitalist düzene bağlayan her politika, nihayet düzen politikası.

Bu düzenin değişmesi için paranın ve dinin saltanatına karşı mücadele ise sınıf mücadelesine dönüştükçe politik eyleme de dönüşüyor. Seçimsiz ya da seçimli tüm zamanlarda siyasi partilerle ilişkinin püf noktası burası. Onun için seçimlere iki parti giriyor nitelendirmesi yanlış değil: Türkiye Komünist Partisi ve diğerleri…