Kayyumda hukuk yok, yerelde tehdit var

Yürütmenin bütünüyle başkanda toplandığı, bakanlıklar ve politika kurulları dahil tüm kurum, kurul ve kuruluşların başkana bağlı “idare” içinde yer aldığı, yasamanın işlevsiz ve yargının güdümlü hale getirildiği yeni devlet düzeninde yerel yönetimlerin önemini çeşitli yazılarda vurguladık.

Buraya bir ek yaparak devam edersek, bu rejimde ne anayasal yapı ne örgütsel yapı ne de yönetim işleyişi ve uygulaması oturmuş durumda. Yeni olduğundan değil çürümüşlükten…

Hukukunu yazmak, örgütlerini oluşturmak, kamu görevlilerini havuzlarda tutup oradan oraya sürüklemek, külliye içinde güneş daireli şemalar oluşturmak yetmiyor. Nitekim cumhurbaşkanı kararnameleri (CBK) ve kararlarıyla kolaylıkla ve sıkça oynamak, değişiklik üstüne değişiklik yapmak bu dağınıklığın önemli bir göstergesi. Bir başka gösterge de daha yolun başındayken yasaların alanını daraltıp CBK’lerin alanını genişletme isteği.

Kaotik duruma rağmen işler bir şekilde yürüyorsa eğer, önceki devlet/bürokrasi geleneklerinin etkisinin sürmesiyle yürüyor. Başkent Ankara dışındaki iller ve ilçelerde merkezi yönetim “yetki genişliği” esasına göre faaliyetini sürdürmeye devam ediyor. Eşgüdümü de illerde başkanın temsilcisi ve idari yürütme vasıtası olup ilin genel idaresinden başkana karşı sorumlu olan vali sağlıyor artık.   

Yürütme yetkisi ve görevini yerine getiren başkan dışında seçimle gelen kimse yok merkezde. Bakanlar dahil tüm kamu görevlileri atamayla geliyor.

Yerel yönetimlerde ise durum farklı. Büyükşehir, il, ilçe ve belde belediye başkanlarından, belediye meclis üyelerinden, büyükşehir olmayan 51 ildeki il genel meclisi üyelerinden, köy muhtarları ve köy ihtiyar meclislerinden oluşan yerel karar organlarının yereldeki seçmenler tarafından seçilerek oluşturulduğu yönetim modeli söz konusu.

Her biri ayrı kamu tüzelkişisi olan yerel yönetimler, merkezi idareye bağlı ve merkezi idare gibi yetki genişliği esasına göre değil “yerinden yönetim” ilkesine göre çalışıyor.

Merkezden yönetim ve yerinden yönetimi kapsayan “idarenin bütünlüğü ilkesi”, merkezin yerelin yerine geçmesine izin vermiyor; yerel yönetimler üzerinde, anayasal ve yasal güvenceli “idari vesayet” yetkisiyle sağlanıyor.

Basitçe özetlersek, merkezi yönetim üzerinde tek başına yetkili olan başkanın karşısında “idari vesayet” yetkisini kullanabileceği ama yerine geçemeyeceği yerel yönetimler var. Bu yönetimler farklı siyasetlerden gelen başkanlardan ve meclis üyelerinden oluşarak siyasi yelpazeyi ülke sathına yayıyor.

Sorun şu ki siyasi iktidar kendi politikalarıyla ters düşmeyen yerel yönetimlere açık cephe almıyor. Bunu parlamento içinden hükümetin çıktığı AKP döneminde ve başkanlı dönemde fazlasıyla izledik. Siyasi yelpazeye tahammülün sınırı düzenin ekonomi politiğiyle belirleniyor.

Açık siyasi karşıtlıktan çok rant, paylaşım, yolsuzluklar ve AKP sırlarının belirleyici olduğu iç çelişkilerde de idari vesayeti aşan, baskıya ve cezalandırmaya dönüşen eylem ve işlemlerle hizaya getirme uygulanıyor.

Müfettiş gönderme, kaynak kesme, görevden uzaklaştırma, istifaya zorlama, yargıya intikal, vesayet makamınca görevlendirme ve nihayet kayyum atama gibi her yol geçerli sayılıyor.

Hukuk mu? Hukuksuzluğun hukuk olduğu yerde hangi hukuk?

Siyasi mücadeleyi beceremeyenler, hukuksuzluğun hukukundan adalet kırıntısı kapmaya çalışınca güç hep ipleri elinde tutanda kalıyor.

OHAL KHK’lerindeki hukuksuzluklarla mücadele edemeyenler, oradaki hukuksuzluğu hukuk olarak kabul edenler, muhalifleri terörle bağlantılı gören zihniyetin belediyelere hukuk dışı kayyum atamasına karşı da mücadele edemediler ya da etmediler. Üstüne, kayyum atamayı (674 sayılı) KHK yerine hukuksuz olarak (6758 sayılı) yasa kuralı yapan parlamento süreci eklendi. Orada da mücadele edemediler. Bu Yasanın kimi kuralları anayasal denetime gitti ama kayyum kuralı aralarında yoktu. Orada da sınıfta kaldılar.

Başkanlı rejimin ilk yerel seçimleri yapılacak. Seçimler öncesi tehdit ve taktikler, başkanlı rejimle özdeşleşecek yerel yönetim özlemine yönelik; yalnızca seçilecek olanları değil seçmeni de kapsıyor. Ülkenin yarısının düşman ilan edilmesi boşuna değil.

Yeni büyükşehirleriyle, seçimli yönetim ya da görevlendirmeli yönetim seçenekleriyle gelecekte nasıl bir yerel yönetim modeline geçileceği konusu bu özdeşleşmeyle uyum ve uyumsuzluğa göre belirlenecek.

İki belirleyici gözüküyor, başkan ve sermaye sınıfı… Belirleyici ilişki ise ortak: sermaye iktidarının ve siyasal iktidarın uyumu içinde sermaye sınıfının çıkarları… Destek unsurları patron örgütlenmeleriymiş, vakıflarmış, cemaatlermiş, tarikatlarmış; devlet yamuklaşmış, hukuk felç olup çarpılmış, din her yere sızmış fark etmiyor. Onlar üst yapının başlıkları.

Yerel yönetimleri, “halka en yakın yönetim birimleri” diye tanımlarlar. Bunu da yerel halktan oluşan seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan yönetime bağlarlar. Şimdi bu modelin başkanlı yönetime uyumunun sağlanması dönemindeler elbirliğiyle.

Aynı gemide olmayanlar bir yandan düzeni tek tek deşifre ederken diğer yandan tanımları ve uygulama yöntemlerini de değiştiriyor. “Halka en yakın yönetim” yanılsaması yerine “halkın içinde olduğu” yönetim gerçeğini anlatıyor.

Bakın ne diyor "Yerel yönetimler için komünist ilkeler" başlıklı seçim bildirgesinde Türkiye Komünist Partisi:   

“Komünistler için kendi ilkelerini hayata geçirecekleri her belediye düzene karşı, Türkiye devrimine ulaşana kadar savunulması gereken bir mevzidir. Bu mevzinin korunmasında güvenilecek tek şey emekçi halkın örgütlülüğüdür. Komünistler için yerel yönetimlerde temel hedef her şeyden önce örgütlülüğünün giderek bilincine varan halkın yönetime katılması için kanalların açılmasıdır. Daha fazla olanak ve platform bulan emekçi halk bu mevziyi düzene karşı korumak için daha bilinçli hale gelecektir. Komünistlerin yetki aldığı her yerde halk mahalle, semt, okul, işyeri temsilcilikleri gibi kanallarla belediyenin yönetiminde söz sahibi olacaktır.”