Kanal İstanbul afeti

Kararlılar, yürüyorlar, gerçekleştiriyorlar. 

2002’den bu yana yaptıkları birçok şeye “olmaz, yapamazlar, sorun yok” denildi ama oldu, yaptılar.

Cumhuriyeti, devleti, Anayasayı, hukuku, laikliği, eğitimi, sağlığı, adaleti, güvenliği, siyaseti ve yaşamı alt üst ettiler, genel oy hakkını çaldılar. İslamcı-tarikat ve cemaatçi parti devletini sermayenin hizmetine sunup, kamu yararını sermaye çıkarı yapıp, kamu kaynaklarını talan edip, emekçi halkın hak mücadeleleriyle kazandıklarını geri alıp sömürüyü derinleştirdiler. Düzen muhalefetini de kendilerine uydurdular. Milyonların içinde olduğu Haziran Direnişini bastırdılar.

Sayın sayabildiğiniz kadar, liste yapın ve uzatın yapamazlar denildiği halde yaptıklarını… Ve hâlâ demokratik devletten söz edin. 

Kazanan hep siyasal iktidar ve sermaye sınıfı oldu. 

Kanal İstanbul için böyle bir girişle mi başlanmalıydı? 

Evet, kesinlikle böyle başlanmalıydı. 

Yazılanlar, söylenenler değersiz değil ama kesinlikle böyle başlanmalı. 

Birincisi, adı geçtiğinden beri “yapamazlar” denildiği için. İkincisi, Cumhuriyetin devamında gelen, Lozan’ın tamamlayıcısı olarak tanımlanan Montrö Boğazlar Sözleşmesini delip geçeceği için. Üçüncüsü, bugüne kadar yaptıklarının devamını sağlamak için. Dördüncüsü, bel bağladıkları inşaat sektörü dahil ciddi ekonomik sıkıntı çektikleri ve rantı sevdikleri için. Beşincisi, Batının ve militarist gücü NATO’nun işine geleceği, onların projesi olduğu için. Ve de bütünsel olarak piyasacı ve gerici iktidar gücü ve sermaye sınıfı için böyle başlanmalı. 

Sayın sayabildiniz kadar, uzatın Kanal İstanbul gerekçe, amaç ve eleştirilerinizi… Ve hâlâ hukuktan, hukuk devletinden, vatan ve millet sevgisinden söz edin. 

İşte sayfalar dolusu ÇED Raporu hazır ve halkın görüşüne açıldı. On gün boyunca görüşler iletilecek. İlk iki gün ilginin fazlalığını gösterdi. 

ÇED de hukukun bir parçası ama bu tür işlerde hukuk engelleyici değil yol açıcı olarak çalışır. Hukukun sınıfsallığı bunu gerektirir. 

Montrö Sözleşmesi demekle olmuyor. Çünkü Montrö, boğazları yani “doğal deniz”i kapsıyor. Oysa yapılan kanal yani hukukumuza girdiği şekliyle “su yolu”. 

Montrö, su yolu için uygulanamaz. Kaldı ki Montrö, taraf devletlerle bağlantılı uluslararası bir hukuk belgesi ve değişiklik hatta fesih talep ve tartışmaları epeydir gündemde. Oraya sığınmak çözmüyor karşı çıkışı. 

Diyorlar ki (ÇED Raporunda da var), Artık 1936’nın koşullarında değiliz ve Montrö Sözleşmesi iş kapasitesinin üst sınırına dayandı. 

ÇED Raporu şunu da söylüyor, daha yerinde deyişle ÇED Raporunda şunu da söyletiyorlar: “Sınıf, tonaj ve süre sınırlaması olmaksızın yeterli güçte bir deniz kuvvetini Karadeniz’de bulundurmak ve Karadeniz’in açık deniz alanlarındaki serbestîlerden deniz hukuku çerçevesinde yararlanmak isteyen kıyıdaş olmayan bir devletin önündeki tek engel Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir.”

Ayrıca yine ÇED’e göre “İstanbul Boğazı yerine inşa edilecek (ne demekse ‘yerine inşa’, Montrö Sözleşmesi feshedilirse yerine inşa olur) Kanal İstanbul yoluyla yapılması planlanacak bir geçiş, Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamında uğraksız geçiş olmayacaktır”.

Bu hukuksal kargaşanın yanına bir de Anayasa Mahkemesi ret kararı eklendi. Bu kararı Kanal İstanbul’un anayasal onayı gibi gösterdiler ama öyle değil. AYM’nin Anayasaya uygun bulduğu Kanal İstanbul’un yap-işlet-devret kapsamında yapılabileceği yani bir tür finansman, yapım ve işletim yöntemi.

Konuyu Anayasaya getirirsek ve yanına da Kanal İstanbul denilen devasa işin diğer hukuksal belgelerini de eklersek karşımıza -basit ya da kapsamlı tanımı yapılsa bile- bir proje çıkmaz. İçinde birçok projenin olduğu birçok disiplini ve işi kapsayan, yeraltı ve üstünde dokunmadığı hiçbir alan kalmayan, dokunmadığı canlı kalmayan, insanın insanca yaşaması için gerekli her şeye el atan; büyüklüğü ve bütünselliği basit mekan, toprak, su ve kıyı sınırlamasına sığmayan, yapacak gibi gözüküp yıkan bir kapitalist beyin ve el işi afetle karşı karşıyayız.

Afet, yalnızca söz konusu ilçeleri (Küçükçekmece, Avcılar, Arnavutköy ve Başakşehir), bu ilçelerin doğal yapısını, gayrimenkullerini, kıyılarını, canlılarını ve insanlarını kapsamıyor. Marmara Denizi'ni, Ege Denizi'ni, Karadeniz'i, tüm İstanbul’u, Trakya ve Marmara bölgelerini, bu bölgelerin toprak ve suyunu, depremi ve diğer doğal afetleri, doğal ve ekolojik dengeyi, ekonomiyi, bireysel ve toplumsal olarak insanlarını, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını, bu bütünlükte tüm Türkiye’yi ve de stratejik durumu nedeniyle başta Karadeniz ve Ege Denizi kıyı ülkeleri olmak üzere ilişkili birçok ülkeyi ilgilendiriyor. 

Bu nedenle konunun pozitif hukuk kuralları içinde birçok yasa ve uluslararası sözleşmeyle ve de bir/birkaç proje kalıbı içinde ÇED Raporu ile okunması, ÇED Raporuna karşı sınırlı görüşlerle değerlendirilip karara bırakılması, yap-işlet-devret gibi yöntemle yapılabilmesi hukuksal meşruiyeti bile sağlamaya yetmiyor.

Anayasa’dan bakıldığında bile projeyi kat kat aşan bir durumla karşı karşıyayız. “Mülkiyet hakkı”ndan başlayarak “kıyılardan yararlanma”, “toprak mülkiyeti”, “tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması”, “tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması”, “planlama”, “tabii servetlerin ve kaynakların aranması ve işletilmesi”, “ormanların korunması ve geliştirilmesi”, “kamulaştırma”, “devletleştirme ve özelleştirme” başlıklı maddeler anayasal söz, öz ve bütünlük bakımından bütünsel bir koruma ve devlet görevi öngörmekte ve bu görev devlete yüklenmekte. 

Proje adı altında yapılacak işler tüm doğa, çevre, canlı, insan ve toplum ilişkilerini ve de birey ve toplumun sağlıklı bir çevrede insanca yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını kapsamakla, aynı zamanda da yurt bütünlüğünü parçalamakla Anayasanın söz konusu maddelerini açıkça ihlal etmekte.

Öte yandan anayasal haklar olarak bakıldığında da yukarıdaki maddelerle bağlantılı olarak Kanal İstanbul kapsamındaki toprak, kıyı, su, doğa ve canlı bütünlüğü üzerindeki tüm hakların bir bölümü sınırlandırılmakta bir bölümünün ise özüne dokunulmakta. Her iki durumda da Anayasanın 13. ve 15. maddelerine, “Anayasada yer alan haklardan hiçbiri”nin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan faaliyetle biçiminde kullanılamayacağını öngören 14. maddesine, herkesin “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” ile “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”na sahip olmasını öngören 17. ve 56. maddelerine aykırılık açık.

Bu hukukla da desteklenen ve anayasal güvence altında olan yaşamsal bütünlük öyle pozitif hukuk satırları, düzenin yöneticilerinin talebi ve de onay kurumu AYM kararlarıyla sınırlandırılıp projelere sıkıştırılamaz. 

Kanal İstanbul bir proje değil sermaye sınıfının ve onun devletinin beyni ve eliyle düğmesine basılan afettir, yıkımdır; yurt parçasının piyasalaştırılmasıdır. Ölçülebilir doğa katliamlarının ve mülkiyet kapsamlı bireysel zararların toplamıyla ve giderilmesiyle, ekonomik girdi ve çıktılarla açıklanamaz.

Buradaki yükümlülük bireylerin ve toplumun yaşam hakkını sağlamayı, doğa ve yaşam dengesini korumayı, tehlikeye sokmamayı ve toplumsal denetimi içerir; siyasi iktidarın ve sermaye sınıfının çıkarının törpülenmesiyle değerlendirilemez. Devletin, pozitif hukukun, sermayenin ve yandaşların izni, yasamanın ya da yargının onayı da bu konuda çözümleyici olamaz. 

Sermaye sınıfının, sınıfsallığı açık devlet ve hukukun aklıyla ortaya çıkan afete karşı söz ve karar sahipliği yurtseverlik ve bağımsızlıkla birlikte sömürüye karşı mücadele eden, direnme hakkını kullanma gücüne sahip emekçi halka aittir, çözüm de toplumsal ve sınıfsaldır.