'İnsan derisiyle kaplı anayasa'

Tarık Zafer Tunaya’dan ödünç aldığımız, kitaplarından birine de ad olan başlık bugünlerde sıkça kullanılmaya başladı. Okuyucu için çekici, düşündürücü olduğundan tekrarda zarar yok.

Tunaya, Paris’in Karnavale Müzesinde Fransız Devrimine ilişkin eşyaları ve belgeleri seyrederken gözleri salonun bir köşesine yerleştirilmiş küçük bir kitaba takılır. Altındaki etikette “1791 Anayasası” yazan bu kitaba ve etikete biraz daha dikkatle bakınca alt satırda, kendi ifadesiyle “beni dondurdu” dediği şu müthiş cümleyi okur: “İnsan derisi ile kaplanmıştır.

İnsanlık tarihinin aynı zamanda sınıfların tarihi olması, bir arada yaşamanın, siyasetin, devletin, hakların ve özgürlüklerin kurallarının yazıldığı anayasaları da kaçınılmaz olarak sınıfsal tarih içinden çıkarır. Aynı gerekçe, anayasaları “anayasal gelişme” tezleri içinde anlatmayı da peşine takar.

18. yüzyılın son çeyreği Fransa’sından bizim topraklara geçersek, senet ve fermanlardan 1876 Anayasası’na ulaşılmasını, 1921 ve 1924 Anayasalarından sonra 1961 Anayasası ile buluşmayı anayasal gelişme tezleri içinde çeşitli başlıklarda okumak olanaklı. Ancak kimi zaman dilimleri var ki, anayasal gelişme tezleri, “gerileme tezleri”ne döner; geriye dönüşün yasak olduğu bütün levhalar yıkılıp atılır. 1961 Anayasası’nda 12 Mart muhtırasından sonra yapılan 1971 değişiklikleri ve 1982 Anayasası gerileme sütununda tipik örnekler.

Anayasaları, siyasal, sosyal, kültürel, ideolojik ve ekonomik yönleriyle okumadan; bu genel başlıkların ve asıl olarak da “yapı”nın yansıması olarak analiz etmeden, gelişme ya da gerileme tezlerini ileri sürmenin anlamı yok. Bu çok yönlü okumanın iki büyük düşmanı var: Birincisi anayasanın dili; ikincisi de anayasayı isteyen siyasetin dili…

Bu ikiliye, yani anayasanın dili ile anayasayı isteyen siyasetin diline kolunu kaptıran gövdesini kurtaramaz. Tartışmaya bu dillerle başlayanlar, gösterilmek istenilenle yetinirler, gerçekleri göremezler. Yalnız anayasa için değil, hukuk için de geçerlidir bu durum.

Bugünün Türkiye’si, anayasa değişiklikleri önerisiyle ve OHAL hukukuyla bu ayrışmayı yaşıyor. Furyaya, bir de iki parti (AKP ve MHP) ile bunların yandaşları ve medyası eklendiğinde, anayasa değişiklikleri daha görüşülmeden kabule ve meşrulaştırılmaya, OHAL hukuksuzluğu da hukuk kılıfında saklanmaya devam ediyor.

“Cumhurbaşkanı” dilsel maskesi altında yapılan anayasa değişiklikleri, hangi madde önerisi okunursa okunsun, “cumhurbaşkanı hükümeti”ni bu da “rejim değişikliği”ni işaret ediyor. AKP/MHP koalisyonu ısrarla Anayasa’nın ilk üç maddesine dokunulmadığını söylese de görüşülmeye başlanan anayasa değişiklikleri yürürlükteki Anayasa’nın ilk üç maddesini dolaylı biçimde değiştiriyor.  

Anayasa’nın ilk üç maddesinde yazılı hükümlerin “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez” olması, yalnızca bu hükümlerin sözcükleriyle bağlı değil; nitelikleriyle ve içeriğiyle de bağlı. Bu hükümlerin niteliklerini ve özünü dolaylı bir biçimde değiştiren ve işlevsizleştiren anayasal düzenlemeler de ilk üç maddeyi değiştirmiş sayılır.

Nitekim 2008 yılında AKP tarafından Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan, temel hedefi, bir kamu hizmeti niteliği bulunan yükseköğrenim hakkını kullananlar yönünden dinsel amaçlı örtünme serbestisi tanınması olan iki değişiklik; yöntem bakımından dini siyasete alet etmesi, içerik yönünden de başkalarının haklarını ihlale ve kamu düzeninin bozulmasına yol açması nedeniyle laiklik ilkesine açıkça aykırı olduğu ve Anayasa’nın 2. maddesindeki laik hukuk devleti ilkesini değiştirdiği gerekçesiyle, aynı yıl içinde (E.2008/16) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Cumhuriyet döneminin genel karakterine bakıldığında, (Bülent Tanör aktarmasıyla) “Tunaya’ya göre anayasal gelişmelerimiz, teokratik saltanattan meşruti sisteme, oradan da laik cumhuriyete doğru bir çizgi izlemiştir”. Bu çizgiye, siyasi partiler, genel oy hakkı, içinden hükümet çıkaran parlamenter rejim ile toplumsal haklar ve özgürlükler eklediğinde, demokratik toplum düzenine ve laik cumhuriyete gelinir.

Oysa bugün, demokratik ve laik cumhuriyetten saltanata tam bir “u dönüşü” başladı. TBMM, kendisini ve demokratik toplum düzenini reddedecek bir anayasa değişikliğini görüşmeye başladı; hem de Anayasa çiğneyerek, hukuksuz olarak…

Değişiklik önerilerine dil tuzağına düşülmeden bakıldığında ve Erdoğan’lı fiili durum dikkate alındığında, 1876 Anayasası’nın,  egemenliğin Osmanlı ailesine, yasama ve yürütme yetkisinin padişaha ait olduğu düzenine koşut, adı “cumhurbaşkanı” olarak geçen bir durumla, “cumhurbaşkanı hükümeti” ile karşı karşıyayız.

Toplumu, hukuka, devlete ve siyasete uzak tutan; bu uzaklaşmayı, laikliği “dinsel özgürlük” tanımına sıkıştırıp yok ederek destekleyen devasa bir kaos, kriz, olağanüstü hal, cinayetler ve katliamlar düzeni içindeyiz. Bu düzen, değişiklik diye diye yeni anayasasını yapıyor, ikna yolları yaratıyor.

İnsan derisiyle; ama özgürlük, eşitlik, adalet ve sömürüsüz bir düzen uğruna, devrim uğruna mücadele eden insanlar yerine, hem bombalarla hem de iş cinayetleriyle kıyım kıyım kıyılan, yok edilen insanların derisiyle kaplı, halka meydan okuyan bir anayasa yapılıyor. Rejim değişikliğini, mevcut Anayasa’nın içine saklayan, “yeni anayasa”yı değişiklik diye satan bir anayasa yapılıyor. TBMM görüşmelerine katılan, konuşmalarla yetinen muhalefet partileri de bu oyunu meşrulaştırıyor.

Sınıf tahakkümünü sürdürme konusunda, dinsel, ahlaksal ve yönetsel tüm gerici tahakkümlere gözünü kapatan kapitalizm de bu oyuna razı.

Anayasal gelişme tezinden söz edeceksek ki edeceğiz; karşı devrimle değil, devrimci akılla yapılan bir anayasa için gerekeni yapmalıyız artık. O anayasayı da sosyalist cumhuriyetin halkı yazacak…