Hükümet halleri ve demokrasi diyaloğu

Hükümet, bir (dar) anlamıyla, yürütme yetkisi ve görevini kullanan ve yerine getiren yönetim kuruluşudur. Bir başka (geniş) anlamıyla da egemenliği, hakimiyeti elde tutan siyasettir ve bütün devlet organları ile siyasi kurumları kapsar.

Eğer temsili demokrasideysek, “temel norm” parlamenter sistemdir. Yasama üstündür, belirleyicidir, denetleticidir. Parti/partiler hükümeti geçerlidir. Ve bu hükümet, yalnızca yasamanın değil, yargının ve toplumun denetimine de bağlıdır.

12 Eylül 1980 sonrasında ve 1982 Anayasası’nda, özellikle de AKP döneminde, temel norm esneyerek kirlenmiş, yürütmenin üstünlüğü öne geçmiş, parlamento tali konuma itilmiştir. Ancak yine de “üstünleşen ve güçlenen yürütme” parlamento içinden çıkmak zorundadır.

7 Haziran seçiminden bu yana yaşananlar, kendisini örtülü başkan gibi gören cumhurbaşkanının da etkisi ve inisiyatifiyle, bu kirlenmenin “kararması”ndan başka bir şey değildir.

Cumhurbaşkanına verilen anayasal güç içinde yer alan seçimleri yenileme hakkı,  1970’lerin (70-80 arası onbir yıla onüç hükümet sığdıran) müzminleşmiş hükümet bunalımlarını aşma yöntemi olarak düşünülmüştür. Ancak, bireysel olarak keyfi ve kötü kullanıma da fazlasıyla açıktır.

Mevcut cumhurbaşkanının, kendisine yöneltilen tüm eleştirilere karşın, tüm ipleri kendi elinde toplanmış vaziyette bir konum aldığı unutulmamalıdır. Eleştiren parti ve liderler, şimdi kendisinin işaretini bekleyecek pozisyona gerilemişlerdir. “Siyasal gerçek bu pozisyonu gerektiriyor” demek anayasal anlamda doğru olsa da, Anayasa’yı ihlal eden bir cumhurbaşkanı ile karşı karşıya kalındığı da unutulmamalıdır. Parlamento içinde başarılamayan “demokrasi diyaloğu”na, cumhurbaşkanının alanında sığınmak, halkı yanılsamaya sevk etmek anlamına gelmez mi?

Bugünün tartışmalarının, hangi partilerin koalisyonundan öte, kurulamayacak Bakanlar Kurulu ve seçimlerin yenilenmesi üzerine kilitlenmesi, hükümeti paylaşma pazarlıkları kadar, bu keyfiliğin ve kötüye kullanımın uzantısıdır.

Paylaşılamayan hükümet için parlamentoyu işlevsiz hale getirmek ya da örtülü başkanın beyninden geçenlere bağlı olarak -çalıştırmadan- yenilemeye girişmek, keyfilikten kötüye kullanmaya, kirlenmişlikten karanlığa uzanan bir yozlaşmayı puzzle tahtasına yerleştirmektir.

Bir başka yönden bakıldığında, zaten yüzde 10 seçim barajı ve seçim sistemi nedeniyle düzen partileri parlamento içine girmişken, baraj ve seçim sistemi temsili demokrasiyi egemen düzenin temsilciliğine indirgemişken, egemen düzen de ısrarla istikrar isterken, “partili siyaset” olmadı diyerek bir kişinin tercihine teslim olmak da yozlaşmanın bir başka dışavurumudur.

Burada, sisleri ortadan kaldırmak için hükümet kavramının girişte söylediğimiz geniş anlamı, “egemenliği, hakimiyeti elde tutan siyaset, iktidar” anlamı devreye sokulmak zorundadır. Türkiye için bu siyaset, sermaye sınıfı egemenliğidir, sermayenin iktidarıdır. Siyasal iktidar bu egemenliğin varlığı için, Bakanlar Kurulu da siyasal iktidarın varlığı için şekillenir.

Sermaye egemenliği ve bu egemenliği yürütecek siyasal iktidar karşısında toplum, her türlü öznel iradeden vazgeçer ve yabancı bir iradenin, otoritenin emrine boyun eğmiş olur.

Cumhurbaşkanının, anayasadan aldığı yetkiyi istediği gibi kullanması, sermaye sınıfının tahakkümünden kurtulmak anlamına gelmeyeceği gibi, hiçbir yapısal değişiklik olmadan ve faaliyet bile göstermeden, parlamentonun -yeni bir seçimle- yenilenmesi de aynı tahakkümden kurtulmak anlamına gelmez.

Yeni bir seçim, kendisine itaat konusundaki genel uzlaşma ortadan kalkarak meşruiyetini kaybeden ve güven yitimine uğrayan AKP hükümetine ve tabii ki cumhurbaşkanına bir kez daha “sözde meşruiyet” şansı tanıma dışında işe yaramaz. Bu sözde meşruiyet ışıkları, ne yolsuzlukları ve cinayetleri ne de gerici/piyasacı kötülükleri ve savaş suçlarını temize çıkarır. O halde neden yakılacaktır bu ışıklar?       

12 Eylül 1980 darbesinden önce yönetimde istikrarsızlığın yaşandığı 1970’lerin sonlarında Ecevit ile Demirel arasında gidip gelen hükümetler ve Ecevit-Demirel ortaklığı girişimleri tartışılırken, Türkiye’ye gidip gelen kimi ABD yöneticilerinin kulislerde dile getirdiği, New York Times gazetesinin de açık olarak yazdığı gibi: “Türkiye’de kimin işbaşında olduğu Batı için önemli değildir. Batı, bu bölgedeki yararları için istikrarlı hükümetten başka bir şey istemez.”

Bu sözlerin gereği, bilindiği gibi 1980’de siyasetçilerin ve dolayısıyla partili siyasetin, “tüfek dipçikleri” karşısında dize gelmesi ile yerine getirildi. Demokratik düzene geçilmesinin hukuksal yansıması olan 1982 Anayasa’sı ve yasa kuralları da “temsilde adalet” yanılsaması ile “yönetimde istikrar” için kurgulandı. Öyle ki, Anayasa ve yasalarda birçok değişiklik yapıldı ama yüzde 10 barajına ilişkin yasa hükmüne dokunulmadı.  

Renkleri birbirinden ayrılması kolay olmayan baraj partilerinin çekişmeleri, bireysel zaaflar, başkanlık sistemi gibi istekler ya da keyfilikler, seçimleri yenileme eğilimleri vb. gibi kurgulanan tüm oyunlar, sömürü düzeninin egemen siyasetine takılıp kalır. Sosyalistlerin, oyunlarla oyalanmadan, sıfırlayıp temizleyecekleri hedeflerden biri de burasıdır.