Halkoylaması her şey mi?

1982 Anayasasını 12 Eylül faşist darbesinin ardından “demokrasiye geçiş”, 2010 Anayasa değişikliklerini “12 Eylül anayasasına tepki” diye satmışlardı. Şimdi, beş kişilik 12 Eylül MGK yönetimi yerine tek kişilik hükümdarlık için satıştalar.

“Cumhuriyet” ve “Cumhurbaşkanı” sözcüklerinin korunması özü değiştirmiyor.

Öz, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürüsü, gericiliğin karanlığı… Öz, emekçi halkın bastırılması; anayasanın da, hukukun üstün ve bağlayıcı belgesi olarak, üstün ve bağlayıcı baskı aracı haline getirilmesi…

OHAL’in ve KHK’lerinin, yatırım ortamının iyileştirilmesi ve desteklenmesi kanunlarının, Türkiye Varlık Fonunun, bireysel emeklilik sisteminin, grev yasaklarının, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklarının, Suriye savaşlarının sınıfsallığı nasıl açıksa, yeni anayasanın sınıfsallığı da o kadar açık. AKP bunları, düzenin ve siyasetin krizlerini bilerek yürüyor; sapması yok.

Rejim değişikliği teklifinin Meclis’te kanunlaştırılmasına katılan, sonra da 16 Nisan’da halka havale eden Meclis içi muhalefet ise kendi sorumluluklarını sırtlarında yük olarak gördüklerini, aslında kendilerinin de bu sınıfsallık içinde düzenin tamamlayıcısı olduklarını her eylemlerinde beyan ediyorlar.

“Hayır” ve “evet”i yüzeysel olarak “bas geç” basitliğine indirgeme, halkoylamasını genel siyasetten soyutlayarak anayasa değişikliğinin sözcüklerine sıkıştırma, Meclisteki oylamada olduğu gibi halkoylamasında da demokrasiye saygı duyma, düzenle sorunlarının olmadığını gösteriyor. Bu gerçeğin seçimden seçime unutturulmaya çalışılması da somut durumun somut analizini değiştirmiyor.   

Rejim değişikliği sürecini başlamadan engellemesi gerekirken, bunu başaramayarak ya da başarmak isteğini ortaya koymayarak bugünlere gelinmesinin hukuksal meşruiyetini yaratan TBMM içi muhalefet, böyle bir “basitlik” içinde olmasaydı, böyle bir anayasa da meclisten geçirilmezdi.

CHP’nin, Türkiye anayasa tarihinin en açık ve net rejim değişikliğini Anayasa Mahkemesine götürmemesi de, “bu Anayasa Mahkemesinden iş çıkmaz” basitliğinden öte çok şey içeriyor. Yargı, “iş çıkar ya da çıkmaz” sarmalında boğuldu zaten. Yargı yoluyla hak aramak da bu sarmalın içine sıkıştırıldı.

Bu kadar yaşamsal bir rejim değişikliği “hukuk konusu değilmiş”, bu nedenle gidilmiyormuş Anayasa Mahkemesine. O zaman neden Anayasanın ilk iki maddesini, bütünselliğini altüst eden ve teklif edilmesi yasak olan Anayasa değişikliği teklifinin varlığını meşru sayıp Meclis Anayasa Komisyonu ve Genel Kurulu çalışmalarına katıldınız; neden TBMM’de kanunun kabulüne saygı gösterdiniz? Neden bu garabeti, “kanun” haline getirerek hukuk konusu yaptınız ve tarihe geçtiniz? Neden, sorumluluğunuz içinde olan meseleyi, “hukuk konusu değil diyerek” halkın sorumluluğuna yıkıyorsunuz?

“Kanun koymak ve değiştirmek” TBMM’nin görev ve yetkisi olup, o kanuna olumlu oy verenler de vermeyenler de “yasama süreci”ne katılmış demektir.

Burada vurgulanması gereken, TBMM’nin “yetkisiz bir alanda yasama faaliyetine hukuksal geçerlik” tanınmış olmasıdır. Yasama organının işlem ve eylemlerinin geçerliliği, anayasal sınırlar içinde olmasına bağlıdır. “Anayasa değişikliği” adı verilen ama yürürlükteki anayasal rejimi ve anayasal bütünselliği değiştiren yapısıyla “yeni anayasa” etkisi yaratan, bu yönden Anayasanın ilk iki maddesindeki “devletin şekli” ve “cumhuriyetin niteliklerini” değiştiren kanun, TBMM’nin Anayasa dışı yetki kullanmasıyla kabul edilmiştir.

Değiştirilmesi teklif edilemeyecek hüküm ve nitelikler için “teklif” verilmiş, muhalefet partileri de bu teklifi görüşerek hukuksallık kazandırmıştır. Anayasanın “teklif” koşuluna uyulmamıştır. “Geçerli teklif” koşulunun denetimi ise Anayasa gereği Anayasa Mahkemesine aittir. Bu denetimi engellemek görev ve yetkiyi kullanmamak ya da kötüye kullanmaktır.

CHP yönünden not edilmesi gereken bir başka konu da, Anamuhalefet Partisi olarak zaten “şekil bakımdan denetleme”yi isteme yetkisinin bulunmamasıdır. İsteme yetkisi olmayınca istememe yetkisi de olmaz. Şekil bakımdan denetlemeyi isteme, Anayasada cumhurbaşkanına veya TBMM üyelerinin beşte birine yani 110 milletvekiline verilmiştir. Anayasanın milletvekillerine tanıdığı iptal davasını bir parti yönetimi engelleyemez.

Konunun anayasal yönüyle birlikte siyasal, etik ve meşruiyet yönleri de tartışılmalıdır.     

AKP’yi ve teklifini meşrulaştırırken, daha önce genel seçimler sırasında alanlarda nutuk çekilen Yüce Divanlık suçlara ne oldu? Yolsuzluklara, katliam sorumluluklarına, savaş suçlarına, kadın ve işçi cinayetlerine ne oldu? Çocuk tecavüz ve istismarlarına ne oldu? Laikliği özgürlük sayıp, illegal tarikat ve cemaatlere meşruiyet tanıyanlara ne oldu? OHAL hukuksuzluklarına ve kıyımlarına ne oldu? Anayasa teklifi görüşmelerine katılırken AKP’nin yaptıkları unutuldu mu?

Şimdi “millet hakemliği” “evet” derse, tüm hukuksuzluklar ortadan mı kalkacak? Milletin hakemliği faşizmi, şeriatı, saltanatı, diktatörlüğü, halifeliği, kişi ya da zümre yönetimini isterse rıza mı gösterilecek?

Baştan sona AKP’nin olan, baştan sona sakat olan meşrulaştırıldı, yük halkın sırtına yüklendi.  

Hakemlik, evet derse ne olacak? Boyun eğip oturulacak mı?

Hakemlik, hayır derse ne olacak? “Tek adam devleti gerçekleşmedi” diye sevinilip Erdoğan ve AKP’nin hukuksuzluklarına ve baskılarına, sermayenin sömürüsüne devam etmesi mi seyredilecek?

Sorumluluk halka, keyfiliğin keyfi düzendaşa… Yük ve fatura emekçiye, birikim ve kâr sermayeye…

Türkiye’ye yaşatılanlar, “bir bireyin eylemi” değil, “bir birey eylemi” de değil…

Kavga sınıfsaldır. Kavga sınıfsal karşıtlar arasındadır. Bu kavga, aynı düzenin siyasal partileri arasındaki çelişkilere sığmaz. Çalçene polemiklere hiç sığmaz.  

İşçi sınıfı ne korkar, ne de sınıfsal karşıtıyla uzlaşır. Altında köle istemeyen, üstündeki efendiye boyun eğmez.