Günümüzden geçmişe, geçmişten günümüze

Hafta sonu torunum Emek’i basketbol çalışmasına götürdüm. Onlar salonda çalışırken biraz okurum diye okul bahçesine çıktım. Bahçe dediğim asfalt dökülmüş oyun alanı; basketbol sahası var, bir de potaların altında küçük futbol kaleleri. 

Zil çaldı kurs gören ortaokul öğrencileri bahçeye fırladı. Beşe beş gibi, altı da olabilir, hemen futbol maçına başladılar. Bahçeye çıkan başka öğrenciler aralarına karıştı, onlar da oynamaya başladı. Bir basketbol sahasında, saymaya çalıştım, yirmi beş-yirmi altı genç futbol maçı yapıyor. Top şaşkın ve zavallı, oradan oraya yuvarlanıp duruyor; doğrusu o kalabalıkta yuvarlanmaya çalışıyor. Ortalıkta bir gençlik heyecanı ve coşkusu, bir ivecenlik ve bağırtıdır gidiyor.   

“Zamane gençleri harika, bu kadar kalabalıkla takım oyunu oynuyorlar, herhalde takımları daha önce kurdular” derken sol taraftaki kaleye vurulan top gol oldu. Sevinç çığlıkları ve ahlar içinde golü atana doğru bir ses yükseldi: “Emre ne yapıyorsun sen bizim takımdasın”… 

Gülümseyerek “gençlik işte” diyerek, Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanındaki küçük bir kasabada devrim kalkışması anlatısına geçebiliriz. 

İspanya İç Savaşı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, kışlayı ele geçirdikten sonra kasabanın faşistlerini yakalayıp belediye binasına tıkarlar. Rahip de faşistlerin son duaları için oradadır. Sonra faşistler tek tek çıkarılır ve kurşun sıkılmadan, meydanda toplanan halk tarafından tahıl dövmekte kullanılan harman dövenleri, dirgenler ve sopalarla dövülerek uçurumdan atılırlar.

Kalabalık heyecanlı ve coşkuludur, fazlasıyla da dağınık, ciddiyetsiz ve disiplinsiz. Bir yandan da “kasaba devrimi” kutlaması yapmak için kafayı çekenler, sarhoşlar çoğalmaya başlar. Uçurumdan atmayı unuttukları bir faşistin üzerine dökülen alkole kibrit çakılır, yanmaya başlar. Sarhoş da yanında yatıyordur. 

Devrimci genç kadın Pilar şöyle anlatır durumu: “Eğer yirmi-otuz sarhoş da, o akşam uçurumdan aşağı atılsaydı köy için pek hayırlı olurdu. Tekrar bir devrim yapacak olursak eğer, önce onların ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Ama o zaman daha bilmiyorduk; birkaç gün sonra öğrenecektik bunu.” “(Bu) kıyımdan sonra başka kimse öldürülmedi ama o akşam toplantı yapamazdık; çok fazla sarhoş vardı. Düzeni sağlamak imkansızdı”. 

Kıssadan hisse, bugünden ve 1930’ların ikinci yarısından biraz daha geriye, 1920’ye gidersek; iki hedefe kilitlenen devasa emperyalist koalisyonu görürüz. Bir yandan 1917 sosyalist devrimine ve Sovyet Rusya’ya (daha sonra SSCB’ye) karşı savaş, diğer yandan bu savaşla beslenen ve harmanlanan antikomünizm…   

Dinsellik ve milliyetçilikle bulamaç edilmiş kapitalist dünyada parçalanmışlıklar, çelişkiler, çıkarlar, ittifaklar, ödünler, kararsızlıklar ve inançsızlıklar… 

Düzenden ödün vermemek uğruna planlar ve pazarlıklar yapan yöneticiler, sosyal demokratlar, tüm eylem heyecanlarına karşın milliyetçilik tarafından da teslim alınarak sosyal demokrasi içinde eritilen işçiler… 

Yaşayan kapitalizm, gözlerini kâr ve kan bürümüş emperyalizm…

Örgütlülüğü, sınıfsal mücadeleyi ve devrimi kırmaya, köreltmeye çalışan her şey. 

Sevgili Kemal Okuyan’ın deyişiyle “karşı devrimci enternasyonal”… “Bolşevizmden nefret eden”, “uygar dünyayı Kızıl tehlikeden korumak isteyen” Avrupa; ulvi duygular ve aynı zamanda “o duyguları beslemekte emperyalist çıkarları olan ABD”. 

Okuyan, “Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920” (Yazılama Yayınevi, Eylül 2019) kitabında çok yönlü analiz ve değerlendirmeyle devrimi ve karşıdevrimi anlatırken, “insanlık tarihinin en kritik kırılma anlarından biri” olan 1920’leri ayrıntılarıyla, dahası ayrıntıları da incelterek okuyucuya sunarken antikomünist tarihe de güçlü bir ışık tutuyor. 

Öyle bir ışık ki, o günlerden bu günlere sömürü düzeninin ve antikomünizmin ne pahasına neleri yok ettiğini hemen her satırda anımsatıyor, anımsatırken düşündürüyor.

Her okur kendi adına çeşitli sonuçlar çıkarabilir kitaptan.

Antikomünizm öyle yalnız başına bir komünizm karşıtlığı olarak algılanmamalı; o, sömürü düzeninin varlığı ve istikrarı için her şeydir aslında.  

Bu sonuçlar yelpazesinin ortak noktası açık ve net: kapitalizm, emperyalizm, gericilik, antikomünizm iç içeler; çürütücülükleri, tahakkümleri, vahşilikleri ortak; demokrasi ve hukukun üstünlüğü diye diye payandalarla da besleniyorlar ama sökülüp atılamayacak kadar güçlü değiller.

Emperyalizm ve işbirlikçiliğe karşı yurtseverlik, piyasacılığa karşı kamuculuk, gericiliğe karşı laiklik ve aydınlanmacılık, burjuva ve baskıcı devlet aygıtına karşı halk meclislerine dayanan toplumcu devlet, burjuva anayasa ve hukukuna karşı toplumcu anayasa ve hukuk, sömürüye dayanan düzene karşı eşitliğe dayanan düzen olanaklı.

Sınıflı toplumun demokratik kılıflı cumhuriyetine karşı sınıfsız, sömürüsüz toplumun sosyalist cumhuriyeti olanaklı.   

Kemal Okuyan’ın kitabını “Berlin, Varşova, Ankara ve her yerde, ‘insanlık eşitlikçi bir düzende yaşasın’ diyerek mücadele etmiş tüm komünistlerin anısına ve büyük insanlık için…” diyerek bitirmesi gerici ve sömürücü sınıfı “alaşağı etme” görev ve sorumluluğunu bir kez daha anımsatıyor.  

Bu bir yükümlülük aslında… Evet, “dün değilse bugün”…