Felaket aptaldır

Ali Rıza Aydın'ın “Felaket aptaldır” başlıklı yazısı 11 Nisan Perşembe tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Başlığı, John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”ından, George’un arkadaşı Lennie için kullandığı, “(…) başını sürekli belaya sokar, çünkü felaket aptaldır” sözünden ödünç aldım. Aşırı aptallığı anlatan sözcükler, farklı okumaya bağlanırsa, felaketin aptal olduğu anlamında da kullanılabilir. Felaket, yapısı gereği aptaldır. Neyi, ne zaman, nasıl yıkacağı kimlerin başını belaya sokacağı, kimlere çarpacağı belli olmaz.

AKP’nin iç ve dış politikasında, ikiyüzlü uygulamalarında, ülkenin ve toplumun felakete sürüklendiğine dair çok emare var. Bu yolculuk, kimileri için belirsiz ve sorunlu değil. Sermaye en rahat kesim. Siyaset birikimi, özünde sermayenin birikimine koşulsuz hizmet ediyor. Sınırsız zenginlik sevdalıları, özgürlük ve demokrasiyi istedikleri gibi kullanıyor. Küçük ödünlerle yandaş çekmede mahirler. Uyumlu İslam da yolculuğun ortaklarından… Eşitlik-özgürlük diyalektiğinden koparılmış demokrasi heveslileri ise burjuva egemenliğinin sömürüsünü unutup, pastadan günlük pay kapmayı zafer sayıyorlar.

Felakete yolculuğun diğer yüzünde, belirsizliğin ve batağın içine sürüklenen emekçiler ve halk var. Bunlar AKP siyasetinin yok saydıkları…

Yeni anayasa, bu yolculuğun önemli aktarma istasyonlarından biri olarak görülüyor. Yolcuların adını, nerede nasıl yolculuk yapacaklarını, sınıflarını netleştirecek. Egemen sınıfın hakları için geride kalanların ödevlerini ve sorumluluklarını, kimilerinin refahı için çoğunluğun ödünlerini belirleyecek. Yasaklar koyacak. “Her şey sermayeye” hedefi için devleti, kurum ve kuralları tanımlayacak.

Anayasa’ya, tıpkı devlete olduğu gibi, sınıfsal bakışı reddederek yaklaşanlar, 1982 Anayasası’nın “militarist” ve “otoriter” yapısını, kurucu iradesinin “darbe” olduğunu öne çıkararak, “yeni anayasa ile ileri demokrasi” hülyasına çabuk kapıldılar. Öyle ki, yeni anayasa yapma yetkisi olmayan, siyasi zaaflar taşıyan bir Meclis’i bile “kurucu” irade olarak tanıma zaafına düştüler. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na umutla baktılar. Ne zaman, AKP’nin istekleri ve hedefi ortaya çıktı, o zaman iş karıştı. Uzlaşma çıkmadı. Kurucu iradenin kim olduğu da görüldü. Aslında AKP’nin istediği buydu, kendi iradesini Meclis’e yaymak...

Takke çıktı, kel göründü. Artık AKP, gizemli pazarlıkların peşine düştü. Bir anayasayı “militarist” olarak tanımlamak, “darbe” kimliği yapıştırmak, parlamentoyu “istikrarsız devlet”in sorumlusu ilan etmek, bürokratik oligarşinin belinin kırılmasını istemek, başkanlık sistemini “tek kişi ile seri karar alma” adına savunmak özü ve gerçeği saklamaktan başka işe yaramıyor. Öte yandan, demokrasiyi savunup, onun parlamentosunun yasalarını irdelemeden, burjuva devlet ile sermaye-parti ilişkilerini görmeden bağımsız yargı ve adalet istemek yetmiyor. Anayasaya en mükemmel “yasa önünde eşitlik” tanımı yazmak, temel hak ve özgürlükleri cicili bicili sözcüklerle sıralamak da yetmiyor.

Anayasa tarihi açık seçik gösteriyor ki, burjuva devletin anayasaları da anayasa değişiklikleri de kendi maddi koşullarını ve iç çelişkilerini yansıtır. Dönemsel koşullara ve özelliklere göre ya da ezilen halkın dipten gelen dalgasının gücüne göre verilen ödünler de “elbisenin bolluğu”, “istikrarsızlık”, “güvenlik”, “kamu düzeni” gibi soyut gerekçelerle sınırlandırılır ya da geri alınır. Ya da AKP’nin alışkanlık haline getirdiği gibi, kişiye ve olaya göre farklı uygulanır veya hiç uygulanmaz.

AKP’nin anayasa sicili bu yönden tescillidir. Ne 12 Mart 1971 gibi muhtıraya ne de 12 Eylül 1980 gibi darbeye gereksinme duymadan, 10 yılı aşan sürede öyle değişiklik ve uygulama örnekleri yaşatmıştır ki kendi oluşturduğu kurumları bile şaşkınlığa itmiştir. AKP’nin rüzgarına kapılıp kendilerini “kurucu meclis” gibi gören üç partinin, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda başına gelenler de ortadadır. Onlar felaketin aptallığını daha erken hissettiler. AKP amacına ulaştı, şimdi “tek başına kurucu irade olma” isteğini dayatıyor. Gerekirse, “yeni anayasa” yerine, “seri anayasa değişiklikleri”ne de gidebilir. Başkanlık yerine, “partili Cumhurbaşkanı” yeterli diyebilir.

Sınıfsal bakışı reddeden, maddi yaşam koşullarını okuyamayan ve sözcüklerin sihrinden medet uman her yaklaşım -anayasa nasıl yazılırsa yazılsın- felaketin aptallığının etkisinden kurtulamaz. Sermayenin “felaket kostümlü” rolü, kendisinden başka kimseyi tanımaz gün gelir role uymayan siyasal iktidarı da lideri de yok eder, yenisini görevlendirir. Ama egemenliğini devam ettirir. Onların “yenisinden” ya da “değişiminden” medet umanlar -sömürü gerçeğini görmezlerse- Türkiye AKP’ye ve anayasasına sığmaz diyenleri dinlemezlerse, daha çoook yardımcı oyuncu ya da figüran rolü oynarlar.