Çelik Nakış işçileri Zara önünde eylemde

Emperyalizmin Ortadoğu'daki mekan, çıkar, ekonomi, savaş plan ve eylemleri dünyada yaptıklarının büyük aynası. Bu aynaya diğer coğrafyalardakilerden daha ağırlıklı olarak dinsel gericiliğin işbirliği de ekleniyor. 

Suriye’de çatışmaların şiddetlenmesi ve ciddi can kayıplarının yaşanması, bağlı olarak göç insanları üzerinden pazarlıklar, tehdit ve baskılar bir yandan milliyetçi ve dinsel damarları pompalarken diğer yandan barış için insanlığın ortak aklını taşıyanların bir bölümünü de çaresizliğe itiyor.  

Çaresizlik önlenemez bir tuzak, kaçınılmaz bir batak değil. Ama sahtecilikle ve kandırmacayla halkı korkuyla karışık çaresizliğe itmek emperyalizm ve işbirlikçilerinin açık oyunu. 

Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, ihanetler, cinayetler ortalıkta dolaşıyor ama ulusal devletlerden emperyalist devletlere ve birleşmiş milletlere kadar ne suçları tanımlayıp hukuktaki yerine oturtacak ne de yargılayıp cezalandıracak kurumsallık var. 

Bu insanlık dışılığı ve halka karşı suç işlemeyi olağan görenler aynı zamanda hukukun ve yargının iplerini ellerinde tutanlar. 

Yani çaresizlerin sığınmak istediği hukuku yazanlarla çaresizlerin içine itildiği keyfiliği yaratanlar aynı… 

Hukuk da hukuksuzluk da, aynı düzenin ürünleri olarak aynı koltuklarda, beyinleri sömürücülükle yoğrulmuş koltuklarda yaratılıyor. 

O koltuklar emperyalistleri, işbirlikçilerini ve çetelerini, cihatçılarını tanıyor; emekçi halkın başına neler getirdikleriyle ilgileri yok. 

Keyfiliğin de sınırı yok. 

ABD bir gün, “ÖSO (SMO) tarafından işlenen suçlar doğruysa Türkiye sorumludur” diyor; başka gün "IŞİD (DEAŞ) yok edilmeli" diyor. Bunları ve adları sürekli değişen, birbirleriyle iç içe olan çeteleri yaratan karanlığın ABD’nin “komünizm tehdidi”ne karşı ileri sürdüğü El Kaide gibi yapıların uzantısı olduğu unutulduğu/unutturulduğu gibi çetelerle işbirliği ve eğitimlerine katkısı saklanmayan AKP iktidarının ABD müttefikliği de unutturulmaya çalışılıyor.

Bir başka ve genel keyfilik, ulusal kanunlarla ve ikili anlaşmalarla sürekli değişiklikler yapılarak tanımlanan; asıl olarak da Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ta 1930’lardan beri “devlet dışı aktörler”, “devlete karşı terör durumu”, “yasadışılık”, “barış ve güvenliği tehdit eden faaliyetler” gibi tanımlamalarla hukukun konusu yapılan silahlı çete ve terörizm konusunun BM şemsiyesine karşın ortak kabul gören tanımının yapılmaması, belirsizliği ve de “benimki değil seninki” anlayışı.

Türkiye’nin, “terör tehdidine karşı uluslararası toplumun farkındalığını artırma çabalarında her zaman ön planda olması”, “terörle mücadelede daha etkin mekanizmaların oluşturulmasını teminen, gerek ikili planda, gerek çeşitli uluslararası platformlarda ciddi çaba göstermesi” şeklindeki Dışişleri Bakanlığı açıklamaları ile fiilen silahlı çetelerle ve cihatçılarla ortak hareket etmesi bu konudaki çelişkili durumun tipik örneklerinden biri.       

Devlete karşı olanlarla, devlet dışı aktörlerle mücadeleden söz eden bir hukuk var ama silahlar kullanılırken, saldırılar yapılırken, can kayıpları yaşanırken, göç insanlar yollara salınıp düşmanlık palazlanırken ve de savaş harcamaları yükseltilerek emekçi halk daha fazla yoksulluğa itilirken bu hukuk çalıştırılmıyor ya da çifte standart çalıştırılıyor. 

Birine göre çete, diğerine göre destekçi olarak gösterilenler bütününde emperyalizme hizmet ediyor.

Ve hukukun toplumsal ilişkilerin ürünü olduğunu kanıtlayan örnekler bu alanda fazlasıyla ortaya çıkıyor. Her olaydan sonra devlet dışı aktörlerin, silahlı çetelerin, terörün hukuku yazılıyor ama yeni olaylar ve işbirlikleri önlenemiyor.

BM bünyesinde Uluslararası Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) de var ama uyuşturucu kullanımı ve suçu hiç hız kesmiyor.

Türkiye’de Barış Derneği 2013 ve 2016’da barışsever hukukçularla birlikte “Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları” konusunda iki rapor yayımladı ama 2016’da OHAL KHK’siyle kapatıldı. 

Kapitalist dünyanın, emperyalizmin hukuka biçtiği giysi bu: Olayları yaratmak, kendi yarattıkları çetelere “hukuk dışı” demek, ardından onları hukukun içine yerleştirerek kamufle etmek, kendi çıkarlarına göre yazdıkları hukuku çifte standart uygulamak ya da ihmal etmek, yeniden çeteler ve olaylar yaratıp bazılarına göz yumup bazılarına hukuk dışı demek…

Hukuksal çerçeve çok ama hukuk yok. Çerçeve içine sıkıştırıp baskılanan da hep emekçi halk.    

Bu kısır döngüde kimin ne yaptığının karartıldığı, kendisini haklı gösterenlerin çeşit çeşit gerekçeler yarattığı bir ortamda üzeri balçıkla sıvanamayan gerçekler var: Biri hukukun kılıf/yasaklama/baskı/susturma rolü; ikincisi emekçi halkın hak ve özgürlükleriyle, barınması ve beslenmesiyle, maddi ve manevi insanca yaşam hakkıyla, ekonomik yönüyle çok yönlü mağduriyeti; üçüncüsü insanlığın ve barışın savunulamaz hale getirilmesi; dördüncüsü sınıfsal karşıtlık… 

Bu dörtlüye emekçi halkla ilgili her şey girer ve buradaki eşitsizlik, adaletsizlik ve zulüm bütünüyle palazlanan sömürüyü daha fazla besler.

Halkları çıkmazın içine sürükleyen ve ezen, can kayıplarına neden olan, ulusları dünya kamuoyu ve halkları nezdinde küçük düşüren ve emperyalizmin maşası yapan; dinci terörü emperyalizmin destekçisi haline getiren; çete ya da organize silahlı gruplarla saldırı, suikast ve katliamlar gerçekleştiren; insanı insanın kulu yapan, talana ve sömürüye yol açan ve göz yuman, barışın önüne set çeken ne varsa karşısında durmak ve gerçekleri anlatıp savunmak insanlığın, insan olmanın temel görevi ve yükümlülüğü.

Eğer emekçi halk adaletsiz ve sömürücü iktidarlara, patronlara karşı hak arayışlarına giriyorsa kapitalizme, emperyalizme ve de dinci gericiliğe karşı mücadele ediyordur ve bu mücadeleyi de yalnızca yurduyla sınırlı olarak tutmaz; nakış gibi işleyerek enternasyonale doğru yol alır.  

Bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, eşitlikçi, yurtsever ve barışsever duyarlılığın bütüncül mücadelesi, aynı zamanda sömürenlere karşı sömürülenlerin mücadelesidir.

Yazının başlığı mı? 

Evet, Çelik Nakış işçileri Zara önünde eylemde…