Bize göre değil

Ölüm döşeğindeki kocası için gelen ve kendisine avutucu sözler söylemek isteyen papaza çocuklarını göstererek, sert ve sinirli bir eda ile “Peki, bunları ne yapacağım” diyen Katerina İvanova’nın, papazın “Tanrı büyüktür, onun rahmetinden umudunuzu kesmeyiniz…” sözleri üzerine verdiği yanıt, adaletsizliğin ve eşitsizliğin somut durumunu göstermede anlamlıdır: “Eh… Büyük… Ama bize göre değil.”

Vatan Gazetesinde Kemal Göktaş’ın, YÖK, Adalet Bakanlığı ve Adalet Akademisi tarafından yargıda radikal dönüşüm çalışması kapsamında kaliteyi artırma arayışına girişilmesi, bunun için de yargıç, savcı ve avukatların eğitimine önem verilmesi haberini okuduğumda, Dostoyevski’nin Suç ve Cezasında, İvanova’ya söylettiği bu sözleri anımsadım. Bağımlı, taraflı, savunmayı ayaklar altına alan bir yargının kalitesinin artırılması ve onun adaletinden umut beklenmesi karşısında halkın büyük bölümü şunları söyleyecektir: “Eh… Kaliteli… Ama bize göre değil.”

2010 Anayasa değişiklikleri, buna bağlı uyum yasaları, yargı paketleri de reform ve kalite için yapılmıştı. Kalite, piyasa dili, kaliteyi artırma arayışı da piyasalaşmaya uygun. Piyasacılık ve gericilik hedefine kitlenen bir iktidarın buna uygun hareket etmesi olağan. Bir eksik var yargıda rekabeti unutmuşlar: o zaman iktidarın çıkarı için daha kaliteli kararlar çıkar.

Din özgürlüğünü her alana yayan AKP, arabuluculuk, avukatların dinsel simgeyle yargılamaya katılması gibi yöntemlerle dinsel çözüm yollarının önünü açarken, hukuksal bakışla din ve vicdan özgürlüğü ile hak arama özgürlüğünü karşı karşıya getiriyor gibi gözükse de aslında piyasacılığı engelsiz yaşatmak için adaleti tanrının emin ellerine teslimi amaçlıyor. Plan, kamuda dinsel simge kullanmanın avukatlardan sonra yargıç ve savcılara da getirilmesinden çok daha kapsamlı.

Biran için insan aklının ürünü olan hukuk kurallarının adaletli olduğunu düşünelim. Adaleti bu kurallara göre değil, taşıdığı siyasal/dinsel simgenin kurallarına göre arayan bir yargı olacak. Böylece, adalet arayanların hukuk kurallarını ve yargı kararlarını sorgulama gibi bir düşünceleri bile olamayacak. Tanrının adaleti tartışılır mı? Tıpkı, kazancına kazanç katan sermayenin, bu gücünü tanrının rızasına bağlaması gibi adalet de sözde “ilahi” olacak. “Eh… İlahi… Ama bize göre değil”.

Haklar savaşımı içinde hukukun geldiği yer, yasama organına, yasaları evrensel hukuk ilkelerine uygun çıkarma, değiştirme ya da kaldırma sorumluluğu yargıya da bu ilkelere uygun yorumlama ve uygulama sorumluluğu vermekte. Ancak, liberal hukukçuların, “siz rahat ve özgür olun, istediğinizi istediğiniz gibi yapın hukuk size engel olmayacaktır, isteklerinizi yerine getirecektir” şeklindeki serbestlik savunuculuğunun arkasından gelen “sorun olursa bağımsız yargı çözer” söylemi, “kimin hukuku” sorusunun yanıtıyla birlikte değerlendirilmelidir.

“Kimin yargısı” sorusu, doğal olarak “kimin hukuku” sorusunun ikizidir. Hukukun üstünlüğünü savunanlar, özellikle de Türkiye’nin uymak zorunda olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ilkeleri, “hak arama”yı ve “adil yargılama”yı neredeyse her şeyin üstünde tutarak, bir yandan adalet ve yargı kavramlarına özel önem yüklerken diğer yandan da hukukun sahiplerini koruma altına almıştır. Bu koruma, esas olarak egemen sınıfın ve onun yönetim sisteminin korumasıdır.

Uluslararası kuruluşlar Türkiye’deki yargıyı ve yargılamayı eleştirirken, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi adil yargılama ilkelerini ihlalden Türkiye’yi mahkum ederken aslında bir “karşıtlık cephesi” açmamakta, egemenin sınıfın elindeki denetim gücünü korumayı amaçlamaktadırlar. Onlara göre Türkiye, liberal görevine bağlıdır ancak, biraz “yaramazlık” yapmaktadır, uyarılmalıdır. Hukuk tekniği fazla hasar almamalıdır. Aksi halde, bu yaramazlık sermaye sınıfı karşıtlarının eline koz verir.

Yaramazlık çocuklarda hoşgörüyle karşılanır da yargıda karşılanır mı? Yargının piyasalaşmasına Tahsin Yücel’in Gökdelen romanından sonra önemli bir katkı da, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan gelmiştir. Başkan yargılamaya hayli ilginç katkıda bulunmuştur. Ancak Avrupa’yı etkiler mi, bilemeyiz. Bir İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi başkanı düşünün “Türkiye’deki arkadaşlarımızı yıllardır tanırım. Donanımlı, bilgili ve tecrübelidirler. Bu nedenle arkadaşlarımızın yanlış yapma ihtimali çok ama çok düşüktür” diyor. Bu da yargının sulanmış hali. “Eh… Sulu… Ama bize göre değil”.