AKP'li yıllarda rafa kalkan hukuk ve yargı

Yazılı hukuk görünüş itibariyle epey çekici. Anayasa var; yasalar, KHK’ler, OHAL KHK’leri, idari düzenlemeler var; yargı denetimi var. Bunlara rağmen “hukuk nasıl rafta” diye sorulabilir. 

Anlatılması ve sorgulanması gereken tam da bu işte. Var olanın işlevsiz olması, çifte standart ya da keyfi uygulanması. Bir de hem hukukun hem de yargının keyfiliğin ve çıkarın batağından çıkamayacak şekilde çürümeye bırakılması; her şeye karşın hukukun hâlâ “üstünlük”, yargının hâlâ “bağımsızlık” maskelerinin arkasına saklanarak koltuklarını koruması.

Hukuksal üst yapı bir takım ilkelerle çevrili. Her şeyden evvel evrensel diyeceğimiz ilkeler var. Toplumsal mücadelelerin çıktısı olan o ilkeler olmadan, yazılı kurallar düz bir kağıt parçası olarak kalır. Her ne kadar günümüzün yaygın hukuk anlayışı kapitalist üretim ilişkilerinden doğduğu için burjuva hukuku karakteri taşısa da, bu durum bugünün hukukunun ilkeleri olmadığı anlamına gelmez. 

Laikliği, insanı ve hakları, yargısal ve toplumsal denetimi gözetmeyen hukuk olmaz; hukuku tüm bu değerleri ve ilkeleriyle ele alıp yorumlayamadığı sürece gerçek anlamda bir yargı sisteminden de söz edemeyiz. 

AKP döneminde hukuk ve yargının rafa kaldırıldığını, egemen siyasi özne tarafından kısa vadeli çıkarlar gözetilerek çıkarılan yazılı kuralların ve en temel muhakeme ilkelerini dahi göz ardı eden yargı sisteminin, yani hukuksuzluğun ve yargısızlığın hukuk ve yargı diye vitrine konulduğunu, sınıfsallığı da unutmadan, bu kısa niteliklere bakarak söylüyoruz.     

12 EYLÜL’ÜN DEVAMCILARI

AKP’ye iç rehberliği 12 Eylül faşist darbesi yaptı. Adına Milli Güvenlik Konseyi denilen beş general, yönetime el koyup hükümeti ve parlamentoyu feshederken yürütme ve yasamanın tüm görev ve yetkilerini kullanarak, “alın size hukuk” diyerek MGK bildirilerini hukuk yaptılar. Sonra da koydukları kurallara ve yasaklara kanun adını verdiler. 

Kendi keyfilikerine göre okuyup uyguladıkları 1961 Anayasası için, 1982 Anayasasına kadar “Anayasa Düzeni Hakkında Kanun” çıkardılar. MGK kanunlarını, militarist/otoriter yönetimlerini 1982 Anayasasına ve 1983 genel seçimlerinden sonraki düzene taşıdılar. Öyle taşıdılar ki, kendi kanunlarını Anayasa ile denetim dışı bıraktılar.

Yürütme gücünü yükseltirken eşzamanlı olarak neoliberal düzenle uyumlu ekonomik ve siyasal yapılanmalar için gerekli tüm hukuksal yapıları, başında ve denetiminde yürütme organından bir bakanın olduğu yargıyı tersyüz ettiler. 

Sermayenin sınırsız tahakkümü için “her şey sermayeye” hedefine kilitlenip emekçilerin kazandıkları hakları ince ince tarayıp yok ettiler.

1982 Anayasasında yer almayan özelleştirme, tahkimle birlikte Anayasada yer verildiği 1999 yılına kadar -en kolay ve sorunsuz yöntem bulunana kadar değişiklik yapa yapa-   yasalarla ve idari düzenlemelerle yürütüldü. 

Çalışma hukuku, vergi hukuku emekçileri çember içinde tutacak ve yükü emekçilerin sırtına bindirecek her türlü değişikliğe 12 Eylül sonrası kavuştu, 12 Eylül yönetiminin devamcısı ANAP ile biçimlendi. Sermayeye en uygun talan ve paylaşım biçimini ihale hukuku ile oynayarak bulmaya çalıştılar.

İşçi sınıfının daha fazla sömürülmesi için alınan 24 Ocak kararlarının uzantısı olarak daha radikal dönüşümler içeren istikrar programının yaşama geçirilmesinin, kaynak kullanımı ve tahsislerinde dönüşümün, dışa açılmanın, denetimsizliğin tüm koşullarını 12 Eylül yönetimi oluşturdu; “uygula, gör, düzelt” yöntemiyle ANAP tamamladı.

Ekonomik ve siyasal istikrar programı denilen şey neoliberalizme uyum programıydı.

1991 sonrası koalisyonları, kısmi iyileştirmeler dışında bu yapıdan sapmadı. Ama koalisyonlu siyasete ve uygulamaya da tahammül edilemedi ve 2002 sonunda has devamcı proje partisi olarak AKP iktidara oturdu.

Varlığını 12 Eylül'e borçlu olan AKP, 12 Eylül düzenini devam ettirmek için getirildi. 

ANAYASA VURGUNU

İstediği Anayasa maddelerini istediği zaman uygulayan, istemediklerini uygulamayan, temel hak ve özgürlüklere, hukuka çifte standart bakan bir siyasal parti iktidarda. Aynı Parti, Anayasayla en çok oynayan parti olarak da tarihteki yerini aldı.

Bu kaotik durumu ne yazık ki, yalnızca AKP iktidarı yaratmıyor. Cumhurbaşkanı da yaratıyor. Demokratik masumiyetle Anayasanın çiğnenmesine kayıtsız kalan düzen muhalefetini de bu tabloya eklemek gerekiyor.  

Özgün hali, hak ve özgürlükler yönünden sınırlı, yargı bağımsızlığı çok zaaflı, parlamentosu işlevli ama zayıf, yürütmesi güçlü ve otoriter olan,  demokrasiye geçiş uğruna rıza gösterilen 1982 Anayasası olumlusu az, olumsuzu çok birçok değişikliğe uğradı. 200’e yakın maddesine el atıldı. Yalnızca değişiklik girişimi ve yasalaşan değişikliklere dönemsel olarak bakıldığında dahi anayasa-siyaset ilişkisini görmek olanaklı.

1982 Anayasası 40. yılına yaklaşıyor. Bu süre içinde 15 buçuk yıllık AKP döneminde 17 değişiklik girişimi yapıldı, 12 si yürürlükte.  20 yıllık ANAP ve koalisyonlar döneminde ise 8 değişiklik girişimi var, 7’si yürürlükte. AKP, Anayasa değişiklik girişimlerinin 4’ünün Cumhurbaşkanı tarafından geri çevrilmesiyle de rekortmen. 2008’deki Anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesinden dönmesinde de AKP tek geçiyor. 

1982 Anayasasının, 16 Nisanda halkoyuna sunulan ve 24 Haziran seçimlerinden sonra CB’nin göreve başlamasıyla tüm hükümleriyle yürürlüğe girecek olan 2017 değişiklikleri ise içeriği ve amacı, rejim değiştirme niteliği bakımından “yeni anayasa” olarak tanımlanabilecek nitelikte. 

Anayasanın dili ve anlatımıyla birlikte yorumu da önemli. AKP bu yorumu yapmakla yetkili Anayasa Mahkemesini değiştirerek anayasal denetimi de işlevsizleştirdi.  Anayasanın ihmal ve ihlaline Anayasa Mahkemesini de kattı.  Laik hukuk devletinin yıkımına onay veren AYM, OHAL KHK’lerini “katı şekilsel ret” ile denetlemedi, sokağa çıkma yasaklarını ve birçok AKP kanununu Anayasaya uygun buldu. Bu tavır, zaten düzenle barışık olan anamuhalefet partisinin de anayasal denetimi ihmal (!) etmesine yol açtı. 

Sonuçta, Anayasayı istediği gibi yorumlayan, başında taraflı bir cumhurbaşkanının olduğu, insan haklarına kendileri, yandaşları ve sermaye sınıfı için saygılı; anti demokratik, anti laik, anti sosyal, hukuku keyfice kullanan, parlamentosu işlevsiz, yargısı güdümlü; bilimsel özgürlük yuvaları polis kontrolünde; emekçileri, medyayı ve demokratik kitle örgütlerini baskı altında tutan, grevleri yasaklayan, savaş suçları kabarık, hukuken başlamayan başkanlık rejimini uygulayan fiili durum var. 

Bu krizi ve kaotik ortamı yaratan partinin, “demokratik ve laik cumhuriyet ilkeleri”ni ihlal ettiği gerekçesiyle, 2008 yılında Anayasa Mahkemesince suçu sabit görülen bir parti olması; bu partinin başbakanlarının ve bakanlarının Yüce Divan’a sevkinden bolca söz edilmesi; 15 Temmuz darbe girişimini yaptığı iddia edilenlerin, devlet içindeki uzun yerleşiklikleri ve yayılmalarının zirvede olduğu yılların 2002 – 2013 arası AKP dönemini kapsaması; Türkiye’yi bu günlere getiren tüm kadrolaşma ve planların ve de 2010 Anayasa değişikliğinin AKP/Cemaat ortaklığıyla yapılması; 2010 değişikliğinin halkoylaması için “mezardan seçmen taşıyacak” duygusallıkta bağlılık, yolsuzluk ve katliamların üstünün örtülmesi gibi daha birçok durum, aslında meşruiyeti kalmayan, aynı zamanda da suç hanesi kabarık bir iktidarın fiili durumuna dayanak tipik örnekler.

Bu durum, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gerekçeli OHAL’li düzen ile sürdürülürken, OHAL KHK’leri ve kanunlaşan halleri katmerli hukuksuzlukla Anayasayı bile tanımazken, hem özel mülkler hem kamu kaynakları hukuksuz olarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Türkiye Varlık Fonu aracığıyla yeniden paylaşıma sokulurken, emekçiler cadı avına kurban edilip yalnızca işlerinden değil mesleklerinden ve haklarından mahrum bırakılırken, grevler yasaklanıp toplantı ve gösteri yürüyüşleri engellenirken, başkanlık rejimini tanımlayan anayasa değişikliği 24 Hazirandan sonra hukuken de uygulanmaya başlayacak.

Ülkeyi bu çürümüşlüğün içine iten siyasete öncülük yapan AKP, 2008 yılında yaptığı Anayasa değişiklileri Anayasanın laik hukuk devleti ilkesini değiştirdiği gerekçesiyle iptal edilen, üstüne de demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırılığı odak haline geldiği için suçu sabit görülerek yine 2008 yılında mali yaptırıma tabi tutulan bir parti.

Aynı parti bugün cumhuriyetin niteliklerini yıkma derecesinde değiştirirken ve devleti “cumhurbaşkanı” adı altında “anayasalı hükümdar”ın keyfiliğine teslim ederken düzen siyaseti de demokrasi yanılsamasına sığınarak ve halkı da bu yanılsamanın içine iterek aynı siyasetin başka sahnelerini oynuyor.  

Laik toplum ve devlette dinin toplumun, siyasetin, devletin, eğitimin, sağlığın, diğer hak ve özgürlüklerin içine girmemesi gerekirken; toplumsal, siyasal ve kamusal sorunların “dinin, din duygularının veya dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesi”yle çözümlenmemesi gerekirken, laikliğin yalnızca “din özgürlüğü” olarak tanımlandığı bir anti laik yapı düzen siyasetince kanıksanmış durumda. 

Hukuk ve yargı rafa kaldırılırken Anayasa vurgunuyla yapılan, devlet statüsünü “tek kişi” statüsüne dönüştürmek,   siyasi iktidarı başkanın “keyfi takdir hakkı” ile serbestleştirmek, devlet yönetiminde olduğu gibi hukukta ve hakların sınırlandırılmasında da aynı keyfiliği uygulamak… 

Yönetim ölçütleri parlamenter rejime ve içinden çıkan bakanlar kuruluna göre daha etkin çalışacağı iddia edilen tek kişinin elinde olacak. Ölçütlerin ilkeleri ise sermaye düzeninin istikrarı ve milli iradeyle bezenmiş gericilik. 

Hukuka ve genel seçim hakkına sığınıp sömürü ve gericiliği olağan gibi göstermek, bu olağanlık içinde iç çelişkilere dayalı muhalefet yapmak en genel anlatımıyla tam bir sınıfsallık…

Açık sahtecilikle geçirilen anayasanın getirdiği rejimin yaşama geçirilmesiyle tartışmalar bitmez. 

İşçi sınıfı mücadelesini önemsizleştirmek, emekçileri itibarsızlaştırmak kimsenin haddi değil.

Bu düzen değişmeden hukuk ve yargının gerçek adaletin kurumları olması olanaksız. Toplumu kucaklayan ve yansıtan, sosyalizme uygun bir “Toplumcu Anayasa” da ancak ve ancak düzen içi demagojilerden ve hesaplardan bağımsızlaşarak, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından inşa edilebilir.