Ağabeyleri de istemişti başkanlık rejimini

Anayasa değişikliğinde Erdoğan ve AKP “aklı” fazla öne çıkarılıyor; güç gösterisi olarak kullanıyorlar bu görüntüyü. Oysa krizlerden çıkmak için anayasa değişikliği yaparak genel oyla güçlü cumhurbaşkanı getirme ağabeylerinin de gündeminde oldu. Akıl devri de denilebilir nazikçe, kopyalama da denilebilir açıkça…

Yıl 1980… Süleyman Demirel, 12 Kasım 1979’da Cumhuriyet’in 43. Hükümeti olarak Adalet Partisi hükümetini kurmuş; Turgut Özal, Başbakanlık Müsteşarı. Kapitalist dünya neoliberalizm rüzgarına kapılmış ve Türkiye de bu modele dahil olmak için kolları sıvamış; 24 Ocak kararları hazırlanıp açıklanmış. Mart sonunda başlayan cumhurbaşkanı seçimi çıkmazda...

Bir yandan ekonomik ve siyasal kazan fokur fokur kaynıyor; diğer yandan hem ekonomik bunalımla hem çatışma ve cinayetlerle, yangın tüm toplumu sarmış. Ve tabii, kısmi sıkıyönetim dönemi…  Özetle, “ayak sesleri”, faşist askeri darbenin “postal sesleri”ne doğru yanaşıyor gümbür gümbür… Toplum ve devlet öylesine sıkışmış ki patlamayı bekliyor.

İşte o günlerde, kimilerinin askerin işaretine, kimilerinin egemen siyasetin attığı paslara, kimilerinin de uluslararası destekli sermayenin sahneye çıkmadan yazdığı senaryoya bağladığı ama açık adresi açıklanmayan bir anayasa çalışması dökülüyor ortalığa. Değişiklik önerilerine ne kimse sahip çıkıyor ne de resmi kanallara sokuluyor. Ama iktidarından muhalefetine siyaset ve kulisler birbirini yokluyor, seminerler düzenleniyor, toplantılar yapılıyor.

Demirel’in “Bu Meclisle artık bir yere varılmaz. Kargaşa içinde, devlet yürümüyor”, “Sıkıntılardan ancak anayasa değişikliğiyle çıkabilir” sözleriyle bugün de tekrarlanan bir tarih yaşanıyor. Yine bugünkü gibi anayasa ve parlamento suçlanıyor.

Seçenek olarak, güçsüz parlamento, yetki ve görev bakımından güçlü cumhurbaşkanı öneriliyor. Formül basit, seçmenin genel oyuna başvurma… Ama partili siyasetle meclisi yenilemek için değil, öncelikle cumhurbaşkanını halkın seçmesi için… Mayıs 1980 anayasa çalışmasında da, “cumhurbaşkanı” adı korunuyor ve önerilenin “başkanlık rejimi” olmadığı vurgulanıyor bugünkü gibi.

Çalışmanın özü, 1958 Fransa Anayasası'dır aslında; geri plana atılmış, güçsüz ve işlevsiz, her an feshi olanaklı bir parlamentonun ve bağımlı yargının üstünde, yetkilerin büyük bölümünün cumhurbaşkanında olduğu güçlü mü güçlü bir yürütme, hükümdarlık…

1980’in ilk yarısı ile bugün arasında, ekonomik, siyasal ve sosyal kriz yönlerinden benzerlik çok. 1980’in anayasa değişikliği teklifiyle bugünün anayasa değişikliği teklifi, kısmi farklar dışında benziyor. Yönetimsel olarak, o dönemde Ankara ve İstanbul’un da içinde olduğu birçok ilde sıkıyönetim, bugün ülke genelinde OHAL var.

Teknik karşılaştırma dışında büyük ve genel benzeyişler daha önemli: Bunlardan biri, partiler aracılığıyla yürütülen siyaseti kırmak, toplumu depolitize etmek. İkincisi, anayasa kalemini elinde tutanlar sermaye düzeninin ve emperyalizmin sağ partileri. Üçüncüsü, böylesine, gücü tek kişide toplayacak siyasi iktidar iradesini o günün ve bugünün tekelci sermayesi reddetmiyor; “her şey sermaye için” politikası, “sermaye kendisi için her yolu dener” ile takviye ediliyor. Üçüne göre biraz daha önemsiz olarak dördüncüsü 12 Eylül 1980 öncesinin MHP’si de ve bugünün MHP’si de önerilere karşı değil.

Mayıs 1980’in anayasa önerisi, büyük ölçüde o günün kaotik ortamının, küçük ölçüde de Cumhuriyet’in tarihsel akışından kopamayan siyasetin etkisizliğiyle yasalaşamadı. Ama gerçekleşemeyen modelin yerine 12 Eylül faşist darbesi imdada yetişmekte gecikmedi.

Güçlü yürütmenin yolu önce MGK ve devlet başkanı yönetimiyle sonra da 1982 Anayasası ile açıldı. Doğrudan seçim yolunu da 2007’de AKP açtı. Erdoğan’lı ilk uygulamayla fiili duruma geçildi, parlamenter rejim çökertildi. Bugün, çökertilen parlamentoda yapılıyor anayasa değişikliği. 

Sermaye düzeni, hem 24 Ocak kararlarının uygulanması hem de yönetim rejimi yönlerinden önce faşist darbeyle, sonra uzantısı siyasal iktidarlarla yoluna devam etti. Tam teşekküllü AKP, gericilikle beslenip emperyalist desteği de arkasına alarak, düzeni 21. yüzyıla taşındı.

Şimdi, 1980’in ilk yarısında düşünülen başkanlık rejimini, daha sertleştirerek, yalnızca kendi siyasetleriyle devam etmek istiyorlar. Her şeyi piyasalaştırmak ve emeği tahakküm altına almak, varlıklarına varlık katmak için “kurallı kuralsızlaştırma”yı, “hükümdar keyfiliği”ni hukuksal meşruiyete kavuşturmak istiyorlar.

Velhasıl, alışkanlar düzenlerinin yaşaması ve istikrarı için yönetim modelleriyle oynamaya, oyunlarını ballandıra ballandıra anlatmaya ve demokrasi yalanıyla halkı oyalamaya…    

Bugünün Meclis’inin çıkaramadığı “hayır”ı, halk oylamasında çıkarmak tabii ki somut bir görev ve sorumluluk…

Ancak, yürürlükte olan kendi “Anayasa”ları bile uygulanmazken; Anayasa yerine OHAL hukuksuzluğu, hak ve özgürlükler yerine yandaş hak ve özgürlükleri, cumhuriyetin nitelikleri yerine anti demokratik, anti-laik, anti-sosyal ve hukuksuz devletin fiili durumu yaşanırken susanlar; “Dur bakalım ne olacak” diye gözlerini kapatanlar  “hayır”a sevinecekler ve bu sevinçle idare edeceklerse kürekler boşa çekilir.

“Hayır”, yozlaşmış ve çürümüş düzenin devamını engellemeyecekse, “Demokrasiye saygımız var” diyerek buna en çok sevinenler yine düzenin savunucuları olur.

7 Haziran seçim sonucuna sevinenlerin sevinçlerinin kursaklarda kaldığı unutuldu mu?

Bugünkü Anayasa değişikliğinin benzeri, bir çeşit kaynağı olan Mayıs 1980 Anayasa değişikliği önerisinin yaşama geçirilmemesine sevinenler de 12 Eylül’ü ve devamını buluvermediler mi önlerinde?

Emekçiler ezilirken, sömürülürken, sermaye düzenini sürdürüyor. Sermaye, sınıfı için hep yolunu buluyor.

Sınıfsal karşıtını yaşatmak, sömürü düzenini ve gericiliğin karanlığını yarınlara taşımak, emekçilerin tercihi olamaz.

Sosyalist mücadele, bu tür dönemsel görev ve sorumlulukları ciddiye alır ama asıl olarak tarihsel gerçekliği ciddiye alır; halk oylamasından “hayır” çıktığı halde, ertesi sabah aynı vahşi düzenin devam edeceği gerçeğini ciddiye alır.

Anayasalı faşizmle, anayasalı gericilikle, hukuka sığınan sömürü ve talan düzeniyle, hırsızlar ve katillerle mücadelenin özü,  düzen içi siyasetin yumuşak ve uzlaşmacı unsurlarının çelişkileriyle ya da anlık sevinçlerle oyalanmakta değil, sınıfsal mücadelededir; sınıfsal mücadele için örgütlenmededir.

ÖNEMLİ NOT: Değinmeden geçemeyeceğim. Yanlı yargıç ve savcıların örgütü Yargıda Birlik Derneği (YBD) dün Sarayda ve alkıştaydı. Bağımsız yargıyı ve gerçek adaleti savunan YARSAV ise hukuksuz olarak kapalı, son başkanı ve kimi üyeleri de tutuklu. Tabii ki suç varsa cezası olur. Ancak, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”. Hem YBD üyelerine hem de kapatılan YARSAV’ın dışardaki kimi üyelerine, özetle yargıç ve savcılara ve tüm hukukçulara “masumiyet karinesi”ni hızla anımsatma gereğini duyduğum için ayrı bir yazı konusu olacak önemdeki bu konuyu not olarak düştüm. Temizlemeyi savunmak iyi de, hukuksuz temizlemeyi yani yargısız infazı savunmak hukukçunun işi olamaz.