Adli yıl başlarken 'yargı' gerçekten yargı mı?

Yıllardır “parti devlet” tarafından teslim alınan, teslim alınırken de çok yönlü kıyıma uğratılan bir yargı ile geldik 2018’e. Artık yargı, “birey devlet”e devroldu.  

Devir çok kolay gerçekleşti. 12 Eylül 1980 darbesi ve 1982 Anayasası “bağımlı” yargıyı “bağımsız” diye yazarak AKP’ye devretmişti. AKP de, 2010’da seçim ve demokrasi yanılsamasıyla partileştirdiği “taraflı” yargıyı 2017 Anayasa değişikliğine “tarafsız” diye yazarak başkanlık yönetimine devretti.

Anayasanın 9. maddesindeki “”tarafsız” eklemesi ile partili (aynı zamanda parti başkanı) cumhurbaşkanının yemininde geçen “tarafsızlık” aynı anlama gelir. Buna da “anayasalı” devir denir.

“Yargının siyasallaşması”nın ve bu devrin karşılığı, siyasi iktidarın yargıyı güdümüne aldığı hem de tek kişiye teslim ettiği şeklindeki açıklamaya sıkıştırılmaz. “Külliye yargısı” gibi nitelendirmeler AKP’yi ve Anayasa’da “devletin başı”, “devlet başkanı” olarak tanımlanan liderini düzenden ayrık tutan dar, eksik, yanlış görüşlerin polemiğine dönüşür ancak. Bunun da “Erdoğan’dan” ya da “AKP’den” kurtulmak gibi kısır bir seçim tartışmasından farkı olmaz. 

Yargı yargılanmalıdır. 

İlkin burjuva devletin ve hukukunun hak mücadeleleriyle yaşatılan kazanımlarını bile koruyamayan haliyle, eş zamanlı olarak da aynı devlet ve hukukun kendisine taktığı “bağımsız” etiketini bile koruyamayan haliyle… 

Ama yetmeyeceği açık seçik ortada. 

Yargıdaki topyekün çürüme düzenin çürümesiyle koşut. O halde, düzenin yargıyı tüm bağımlılık ve taraflılığına, tüm eşitsizlik ve adaletsizliklere karşın “bağımsız ve tarafsız” diye sunmaya devam etmesi de yargılanmalıdır. Ve tabii ki eşitsizlik ve adaletsizliğin meşruiyetini sağlayan ama “üstün” diye sunulan hukukun da yargılanması unutulmadan.     

Siyasetin ve devletin, -kendi içindeki diğer anayasal ve toplumsal denetim müesseseleri dışında- son denetimi “bağımsız yargı”ya teslimi,  bunun temelinde de “kuvvetler ayrılığı ilkesi”nin varlığı; sınıflı toplumların, burjuva devletin ve liberal hukukun kazanımı olarak sunulur.  

Bu kazanım düzen içi dengeler yönünden ve düzeni koruma yönünden hem üstün hem dokunulmaz görülür. Ama insanlığın hak mücadeleleriyle olgunlaşan bu kazanımın, sonuçta egemen sınıfa koşut, egemen sınıfın sancılarını ve krizlerini taşıyan sınıfsal yanı kilim altına süpürülür. Böylesi “işine gelme” yöntemi sürdükçe hem kilim çürür ve çöpler ortaya çıkar hem de denetimsizliğe ihtiyaç duyanların müdahalesi artar. 

Yargıya yumulan her göz, piyasanın ve gericiliğin sömürüsüne de yumulur aynı zamanda. Tıpkı hukukla getirilen adaletsizliklere ve keyfiliklere yumulan her gözün yargının yandaşlaşmasını ve onay makamı haline gelmesini körüklemesi gibi zincirleme büyür düzen.    

Türkiye hukuka ve yargıya müdahalenin tipik örneklerinin fazlasıyla yaşandığı bir ülke. “Hukukun üstünlüğü” ve “bağımsız yargı” tabusuna sarılanlar “kuvvetler ayrılığı” rehavetiyle eridiklerinin ve yargıyı anayasal hükümdarlığa teslim ettiklerinin farkına bile varamadılar. Varıp gözünü açanlar susturuldu, gözünü kapatanlar ödüllendirildi.   

Hukuksuzluğun hukukuna ses çıkaramayan yargı, hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının en önemli ayağı olan “savunma”yı mahkeme salonlarının, koridorlarının dışına atarken bir taşla birkaç kuş vurma peşine düştü: İçinde olduğu çürümüşlüğün avukatlar tarafından görülmesini, halka yansıtılmasını ve halk adına toplumsal denetime tabi tutulmayı istemedi. Asıl olarak da savunmaya karşı darbeyi, kendi çürümüşlüğünün yargılanmasından öte çürüyen düzenin yargılanmasının önünü kesmek adına yaptı.

Yargıyı ve denetimi yok eden Anayasa değişikliğine susan, sonra da bu değişikliğin şaibeli halkoylamasını hukuksuz yorumuyla meşrulaştıran; OHAL’in hukuksuzluk ve yargısızlık iklimini kabul eden, sonra da bu iklimin OHAL’siz döneme taşınmasını benimseyen yargının akrep gibi kendisini sokmaktan başka seçeneği kaldıysa hiç durmadan o seçeneklere sarılsın. Çünkü denetleyemediği yürütme, yargıyı fazlasıyla denetleyecek ve sindirecektir.      

Ne yurtseverlik ve sömürü ne de eşitlik ve aydınlanma… Yargı bütünsel olarak hangi insanlık kazanımları ve hakları için yasama ve yürütme organlarından, bütünüyle devletten, toplumsal ve ekonomik ilişkilerden bağımsız karar verdi ki? 

“Laik hukuk devleti” ilkelerini kendisi ihlal den yargının, yargıcı, savcısı ve avukatıyla taktığı türbanın “neyi örttüğü”ne dair bir yanıtı olabilir mi? 

Egemen sınıfın elindeki hukuk ve yargının, yargıcı, savcısı ve avukatıyla kendisi için bile koruyamadığı “adalet”i toplum için sağlaması beklenebilir mi?

Eşitsiz ve adaletsiz bir toplumda, yargı ile adalet ne kadar sağlanır ya da sağlanabilir mi?

Yargıçların Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak hüküm vermesi, hukuksuzluğu ve keyfiliği onaylamak, eşitsizliği ve adaletsizliği daha da bozmak, sömürünün ve gericiliğin derinleşip yayılmasına sağlamak anlamına gelmiyor. 

Evet, yargının iddia ve karar ayakları devletin içinde. Bugün adı bile konulamayan bir yönetim tarzını uygulayan devlet de düzenin içinde. Ama bir zamanlar Anayasa mahkemesinin de vurguladığı gibi yasaların ve Anayasanın üstünde evrensel hukuk ilkeleri var, yargı bağımsızlığı ve etiği ilkeleri var, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin içinden mücadelelerle olgunlaşarak oluşmuş haklar var. 

Hiç olmazsa yargı, kendisini var eden tarihsel belge ve ilkelere göre yargılanmalı. Bu yargılamayı da önce yargının kendisi yapmalı.

 “Yargı” gerçekten yargı mı diye sorarken, yargıyı yargılamaktan çekinmeyen mücadele içindeki hukuk emekçilerine selam göndermeden olmaz. 

Asıl yargılanması gereken ise düzendir.

Bu adli yıl düzeni yargılayacakların olsun. 

Çürümüş düzenin çürümüş yargısı içinde adalet, eşitlik, özgürlük mücadelesi veren; düzen hukukunu sarsarak insanlığın kazanımlarını bir yandan koruyup bir yandan ileriye ve aydınlığa taşıyan; içinde bulunduğu meslek ve çalışma koşullarının düzenle bağlantısını kurup “bu düzen değişmeli, yoksa gerçek adalet gelmez” diyen yargıç, savcı, avukat, yargı emekçisi ve tüm hukuk emekçilerine selam olsun.