'Adalet'in adresi

“Adalet” gibi ciddi bir konu içi doldurulmadan tartışılarak hedefe yerleştirilirken yapı ve toplumsal gerçekler saptırılıyor, sınıfsallık ve sömürü unutturuluyor.  

Yazı konumuz “yürüyüş” değil. Amacımız, düzen içinde soyut ya da dar örneklerle somutlaştırılmaya çalışılan, toplumsallıktan uzak tutulan adaletin adresini, geçek adaletin adresini tartışmak.

Görünürdeki yüzeysel adalet tablosu şöyle: Anamuhalefet, parti adı kullanmadan, destek veren kimi örgüt ve platformlarla birlikte “adalet” sloganı ve hedefiyle Ankara’dan İstanbul’a yürüyor. Hükümet, “adalet sokakta aranmaz” diyor. İktidar partisi genel başkanı “adalet yollarda değil, adliye binalarında aranır” diyerek yargıyı adres gösteriyor, yargı üzerinden baskı yapıyor. Yargı, AKP’nin altında ezilmişliğin teslimiyetini yaşıyor. İnsanlar masumiyet karinesi ihlal edilerek bir işretle gözaltına alınıp aylarca, yıllarca tutuklanıyor. OHAL, baskı ve şiddete dönüşüyor.  İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) ise adalet için önce “OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu”nu işaret ediyor.

Düzen içi çelişkilerin ortaya çıkardığı çelişkiler yumağı, düğüm düğüm karışmış; zihinleri de karıştırıp duruyor. Polemik üstüne polemik, sulandırma üstüne sulandırma.  AKP’nin yürütücülüğünü yaptığı sermaye düzenine ve gericiliğe karşı, emperyalist baskılara karşı bir mücadele hedefi gözükmüyor.

 Gerçekte olmayan, hukukla da adım adım kaybedilen adaleti yani adaletsizliği yaratan iktidarın ortağı burjuva devletin yasama organı. Yüzlerce adaletsiz kararı veren de aynı devletin yargı organı. Buralardan çıkış gözükmüyor. Adalet reformu denilen ise çıkış değil, düzen içi yumuşama.

O zaman adaletin adresi burjuva devlet olamaz. Sömürücü düzen hiç olamaz. Bu yalnızca Türkiye için geçerli değil, adaletin adresinin aynı düzenin Avrupası olmayacağı da insan haklarının Avrupa Mahkemesince belgeleniyor.

Hukuk ayaklar altında parçalanırken, İHAM’nin OHAL hukuksuzlukları için “OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu”nu işaret etmesi kimi hukukçuları şaşırtmış gözüküyor. Hem Komisyon’un işe başlaması geciktikçe gecikiyor hem de Komisyon’la başlayacak olan yolculuk, idari yargı ve Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru süreçleri olmak üzere uzun mu uzun. OHAL’in başında adaleti işaret edemeyen yargıdan OHAL gibi kararlar çıkar ancak.

Bu uzun yolculuğun adı İHAM’ye göre “hukuksal güvence” imiş, yani “adalet” değilmiş. Bu iç inceleme ve yargılama süresinde İHAM rahat mı rahat. “Güvence”, önce kendi güvencesi sonra da kapitalist/emperyalist düzenin güvencesi… OHAL Komisyonu üyeleri kimlermiş, nasıl atanmışlar, daha dosya önüne gelmeden fikrini ve kararını, mağdurun örgüt üyesi olduğu yönünde açıklayan üyelerle nasıl adalet aranırmış, hak arama yolları yıllarca sürermiş kimin umurunda? 

Sömürü düzeni için, ne cumhurbaşkanı olanın aynı zamanda parti başkanı olması ve devletin bu başkana teslim edilmesi ne OHAL içinde hukuksuz işlemler yapılması, ne savcı, yargıç ve avukatların karar ve savunmalarına bakılarak cezalandırılması ne de onbinlerce, aileleriyle birlikte yüzbinlerce insanın sorgusuz sualsiz açlığa terk edilmesi gündem konusu olur.

Sömürü düzenini korumak için OHAL’de KHK gazabına uğrayanlar, haklarını arayanlar, iş kazasına uğrayanlar suçlu sayılır da hukuksuzluğu yaratanlar, dolandırıcılar, talancılar, hırsızlar, iş cinayetlerine neden olan patronlar, katliam yapanlar, uyuşturucu baronları, tecavüzcü ve istismarcıları meşrulaştıranlar, savaş çıkaranlar, çeteleri besleyenler ve bu çarpıklıkların düzenini yaşatanlar için suç aranmaz.

Emekçi halkın ezilmesi ve sömürüsü, sınırsız mülkiyet özgürlüğü, eşitsiz gelir dağılımı ekonomi politiği sömürü olan düzenin hukukunun ve yargısının sorun alanı değil.

Sınıflar arası farklılığın ve sömürünün olağan kabul edildiği bir düzende,  “hukuksuzluk/adaletsizlik” denilen şeyin egemenler yönünden ne önemi var ki? O zaman aynı düzenin içinde hukukla ve yargıyla “ toplumsal adaleti” bulmak olası mı? Ya da birkaç kişinin adaleti bulunsa bile “gerçek adalet”e ulaşılabilir mi?

Peki, gerçek adaletin adresi neresi: Siyasal ve hukuksal kurumlarla çerçevelenmiş biçimsellik mi yaşam gerçekleri mi? Sermaye sınıfı mı işçi sınıfı mı? Ya da sınıf uzlaşmacılığı mı?

İnsanlık tarihi hak mücadeleleriyle yazılıyor. Devrimlerle kazanılanlar yanında hukukla da hukuksuzluğa karşı da hak arama yolları hep kullanıldı, kullanılmalı. Ama kimi kişilerin kimi haklarıyla ya da herkesin adaleti kendine ile yetinilmemeli. Toplumsal adaletsizlik varken kimi kişilerin kimi hakları kazanıldı diye “adalet savaşının kazanıldığı” yanılsamasına düşülmemeli. Hele hele, adalet mücadelesini düzen uzlaşmacılığıyla kazanma rehavetine düşülerek, işçi sınıfının mücadelesinin yumuşatılmasına izin verilmemeli.  

 Adaletsizlik “kapitalizmin mutlak yasası” olduğuna göre, işçi sınıfı yalnızca sermaye sınıfının adalet normlarına sığınarak nihai başarıya ulaşamaz. Kısmi başarılarla yetinmek ya da oyalanmak da sınıf mücadelesinin kabul edeceği strateji değildir.

İşçi sınıfı ile sermaye sınıfının, sömürülenle sömürenin adalet arayışları ve sorunları farklı ve karşıttır. Kapitalizm yaşadıkça adalet adına ortaya çıkacak uzlaşmalar üzerine, arabuluculuk üzerine işçi sınıfı siyaseti kurulamaz. Sömürü sürdükçe adaletsizlik de sürer.

Egemen sınıfın anlayışıyla, sınıflı toplumun taşlarının içinden pirinç ayıklayarak gerçek adalete ulaşılmaz. Sömürücünün adaleti ne kadar yüceltilirse yüceltilsin gerçekle bağdaşmaz. Sermayenin emeği, gericiliğin aydınlığı ezme özgürlüğü sürerken “adalet” ancak biçimsel ve soyut bir sözcük olarak kalır.

Adalet kavramı ancak doğal, düşünsel, bilimsel, sosyal ve ekonomik gelişmenin yaşamsal gerekleri ile olan ilişkisi içinde ve sınıfsallıkla değerlendirilirse gerçek anlamına kavuşur. 

Adalet ilişkisinin özü ve ölçütü ise toplumu sömürüden kurtarmayı, sınıfsız ve sömürüsüz düzeni kurmayı amaç edinen emektir.