Adalet ne yana düşer?

Hükümetin adalet hizmetlerine ilişkin bakanlığının adı “adalet”, yargıç ve savcıların görev yaptığı mahkemelerin bulunduğu binaları adı “adliye” ya da “adalet sarayı”, mahkemelerin duruşma salonlarının duvar yazısı “adalet mülkün temelidir” olunca; uyuşmazlığa düşenler ya da mağdur olanlar “adaleti aramak” için yargıda hak arama yoluna gidince, yargılama sonucunda istekleri yerine gelenler “adalet yerini buldu” deyince, hukuk devletinin ilkeleri arasına “adaletli hukuk düzeni” eklenince, adalet sözcüğü hukuk ve yargı sözcükleriyle ayrılmaz hale getiriliyor.

Adaleti hukuk ve yargıyla ayrılmaz gösteren yalnızca sözcükler buluşması değil. “Hak”tan “hukuk”a, “hukuk”tan da yargı destekli “adalet” arayışına ulaşıldığı üzerine kurulu bir adalet anlayışı söz konusu… Adres “adaletli hukuk düzeni”nde çıkmaz sokağa sokularak aranmaya çalışılıyor.

Kanıksatılmış bir senaryo var: Adalet arayışı uyuşmazlık doğması ya da hak ihlaliyle başlatılıyor; o uyuşmazlık ya da ihlal, arabulucu ya da idari kararlarla giderilmezse, uzlaşma sağlanmazsa yargıya gidiliyor.  Yargı, yerelinden bölgesine, yükseğinden uluslararasına kadar hukuka dayanarak karar veriyor. Hukukun “adalet anlayışı” içinde biçimlenmediği iddiası olursa kimi zaman anayasa yargısına başvuruluyor.

Hukuk, adaletin görünürdeki ucu. Oysa adaletin gösterilmeyen gövdesi ve kökü derinlerde, doğal ve sosyal gelişmenin yaşamsal gereklerinde ve tabii ki üretim ilişkilerinde. Ekonomi politiği okumadan adaleti okuyamayız.

Adalet anlatılırken, soyut “hak” kavramı başa konulmaz, “hukukun üstünlüğü”ne ya da “bağımsız yargı”ya sığınılmaz. Bunların üzerine “dinsel”den de destek alınmaz. Bu tür adalet anlatımları, olmayan adaletin, adaletsizliğin sunumları olabilir ancak. İcap “adaletsizlik” iken kabul “adalet” olamaz.

Adalet, ne sosyal fenomenlerin farklı nitelendirilişini ifade eden etik kavram ne de insanın insanı sömürdüğü düzende uzlaşma ya da denge kavramı… İşte hukuk ve yargı, adaletin bu tür “değil tanımlamaları”nın sınıflı toplum içine tutsak edilerek anlatılıp olumlulaştırıldığı  üst yapı kurumlarıdır.

Hukuk ve yargı, sınıflı toplumda egemen sınıfın söylediklerinin ve yaptıklarının haklı görülerek kabul ve onayına ya da sömürülen sınıfın söylediklerinin ve yaptıklarının haksız görülerek ret ve inkarına, diğer deyişle sınıflı toplumdaki adaletsizliğin “adalet” adı ile sunumuna ve kanıksanmasına katkıda bulunur. Hukuk ve yargının bir başka etkisi ise sermaye ve işçi sınıflarının farklı adalet anlayışlarını, ikinciyi birinci içinde eriterek uzlaştırmaktır.

Hem adalet hem de adaletsizlik kavramları aslında mutlak değil, toplumsal ilişkilere bağlı olarak değişiklikler gösterdiğinden, hukuk ve yargı da bu değişikliklere uyum sağlar. Hukuk kurallarının ileri ya da geri içerikli değişiklikler göstermesi, yargı kararlarının çelişkiler içermesi bu uyumun dış görüntüsünden başka bir şey değil. AKP döneminin her iki alanda da şaibeli olduğu, bu dönemin muhalefet partilerinin de adalet kavramını aynı hukuk ve yargıyla eleştiriye tabi tutarken düzen içinde kaldığı tartışmasız.

Adalet, insanların birbirlerine yaptıkları haksızlıkları düzetmeye çalışan kurum ya da devlet örgütü olmadığı gibi hukuka ya da soyut haklara uygunluk da değil. Herkesin hakkını arayabilir olması, adil yargılama hakkının ihlal edilmemesi, yargının hukuka sarılarak onu daha dengeli yorumluyor olması toplumsal adaleti getirmez, egemenin düzenini adaletli diye sunar.   Adaletsiz dünyanın adaleti, adaletsizliği yaratanların hukukunda ve o hukuka göre karar veren yargıda aranmaz.  

Hukuk, aydınlanmanın çocuğu. Oysa adalet, doğanın, maddi yaşamın, toplumsal ilişkilerin ve üretim ilişkilerinin dışavurumu; insanlık tarihinin çocuğu. Adalet, hukukla ve yargıyla buluşana kadar mekânsal ve dönemsel özelliklere göre örf, adet, gelenek ve dinsellikten oluşan toplumsal davranış kurallarıyla içli dışlı olmuş. Ama asıl olarak “sömürü düzeni” ile haşır neşir olup, onun istediği kılığa girmiş hep. Ta ki, toplumu sömürüden kurtarma fikriyle birleşmesine kadar.

Adaleti, önce üretim ilişkileri bozuyor. İnsanın insanı sömürmesi hukukla kurallaştırıldıkça adalet de kostümlerini çoğaltıyor, yargıya da biçme dikme görevi düşüyor.

Soldan beslenmeyen, sosyal ve ekonomik farklılıkların ortadan kaldırılmasına kilitlenmeyen adalet anlayışı, hem soyut kalıyor hem de adaletsiz ve eşitsiz düzenin meşrulaştırılmasına destek veriyor. Adaletsizlik sömürü düzeninden başka bir şey değil aslında. Hukuk ve yargı da aynı düzenin koruyucuları…

Lenin’in de açık ve net vurguladığı gibi, adalet “bir söz değil”, “en dokunaklı, en canlı, en önemli sorun, açlıktan ölmek sorunu, bir lokma ekmek sorunu”. “Aç ve yıkıma uğramış insanların çıkarlarıyla sömürücülerin çıkarları arasında bir ‘uzlaşma’ üzerine herhangi bir siyaset kurmak, işte bu yüzden olanaksız”.

Ne soyut adalet ne de hukuk ve yargıyla, olmazsa dinselle beslenmeye çalışılan adalet, yığınların duygularıyla buluşsa bile sömürüsüz düzenin kılavuzu olmaya yeter. Sınıflı toplumun düzeni içinde hukuk ve yargıyla oynayarak “iyileştirme” ya da AKP tipi bir siyasal iktidarın yaptıklarını geri alma gibi hedefler, Brecht’in, yukarıdakiler daha iyi yaşasınlar diye aşağıda daha çok insanın oturduğu “tahterevalli”sinden kurtaramaz adaleti ve düzeni.

Sınıfsal olan hukuk ve yargı,  adaletin de sınıfsallaşmasının araçları; bu birliktelik üretim araçları sahipliği ve üretim ilişkilerinden kaynaklanan adaletsizliği de perdeliyor.

Sermaye sınıfıyla aynı meşruiyet kaynaklarına sarılarak adalet aramak, sosyal ve ekonomik farklılıkların izlerini ortadan kaldırmaya, insanın insanı sömürmediği adaletli ve eşitlikçi düzeni kurmaya yetmez. Adalet, hukuk ve yargıya muhtaç olmadığı zaman gerçek olacak.         

*Boyun Eğme’nin 83. sayısında yayımlanmıştır.