Zaman, İzmir ve Komünizm

KENTİN SESİ - İZMİR Yazıları

Zamanda ilk yolculuğumu hatırlayabildiğim kadarıyla yaklaşık on beş yıl önce gerçekleştirdim. Daha doğrusu bu işlerin ilki başıma geldi diyelim.

Babamla oturmuş bir gece yarısı TV’de 1960’lara dair siyah beyaz bir belgesel izliyoruz. İzmir üzerine bir belgesel olmalı çünkü birden kendimizi belgeselin içinde Hatay caddesinde buluyoruz. Üçyol yakınlarındayız.

Karnımız aç, cebimizdeki paralar da 1960’lara ait değil. Hüzünle restoranların önünden geçiyoruz. Bir nevi De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” gibiyiz.

Her gün geçtiğim cadde epeyce farklı. Her şeyin siyah beyaz olmasından değil, henüz inşa edilmemiş ya da yıkılmamış binalar yüzünden.

İlginç olan ne babamın ne de benim başımıza gelenlerle ilgili ağzımızdan tek kelime çıkmaması. Olan olmuş ve artık 1960’ların İzmir’indeyiz, o kadar.

Derken uzaklardan bir uğultu yükseliyor. İlerledikçe İzmir Spor Klübü civarında öfkeli bir kalabalığın sloganlar atarak yürüdüğünü görüyoruz. Kalabalığın arkasında yüksek duvarları olan futbol stadyumunu görünce şaşırıyorum. Şimdilerde büyük bir parkın olduğu yerde yükseliyor stadyum.

Ellerinde pankartları ve bayraklarıyla gençler yürüyor, kalın çerçeveli siyah gözlükleri, siyah kravatları, siyah pantolon ve ceketleriyle, güzel ve ürkütücüler.

Yanımızdan geçerlerken, tanıdık bir yüz arıyorum kalabalığın içinde.

***

Zamanda ikinci yolculuğumda ise çok daha eski tarihlere gittim. Bu kez bir grup insan görevli olarak gönderilmiştik. Görevimiz sınıflı toplumların ortaya çıkmasına neden olan bir kabile savaşını engellemekti.

Böylece feodalizm ve kapitalizm “aşama”larını yaşamadan insanlık komünizmi kurabilecekti.

Bir grup, savaşın gerçekleşeceği alana mevzilenmişti, diğer iki grup da savaşacak kabileleri savaşın durdurulması için ikna etmeye çalışacaktı.

Kabileleri ziyarete giden arkadaşlar Taviani kardeşlerin “Allonsanfan”ındaki gibi vahşice öldürüldüler. Kalanlar ise savaşın içinde kayboldular.

***

Son yolculuğumda ise bu kez görevli olarak yine İzmir’deydim. Üç arkadaş 1944 İzmir’ine gönderilmiştik. Eski bir otel odasında kendime geldim. İlk kez yakınlarımdan ayrılmanın derin bir sızısını taşıyordum. Bu sefer dönüş “biletimiz” yoktu. Sınıf mücadelesine dair bir dizi tarihsel olayı “düzeltmemiz” gerekiyordu. Muhtemelen İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Zonguldak ve diğer şehirlerde de çeşitli tarihlere gönderilmiş arkadaşlar vardı.

Hangi semtte olduğunu bilmediğim otelden çıkıp, hızla caddeyi geçerek karşıdaki bir pasaja girdim. Caddeden bir deve kervanı geçiyordu ve yolu tıkanan resmi bir araba sabırsızca klaksonunu çalıyordu, dilenciler, seyyar satıcılar, alış verişe çıkmış fötr şapkalı memurlar, cadde boyunca kıvrılarak uzanan eski binalar, arka sokaklardan gelen baharat, tütün ve kahve kokuları arasında. Kemeraltı yakınlarında olduğumu anladım.

Psikiyatrist arkadaşıma pasajdaki bir tuhafiyecide rastladım. Orada çalışıyordu. Her zamanki sevecen bakışıyla karşıladı benim gizlemeye çalıştığım paniklemiş halimi. Beni geniş dükkandaki kumaşların depolandığı bir odaya çekip, her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Konuşurken bir yandan da camlı bölmeden müşterilerin tezgahtar ile konuşmalarını izliyordu. Tapu kadastroda çalışan, diğer arkadaşımız yine tapu kadastroda çalışıyormuş. Benim de yakınlardaki bir pasajda bir saat tamircisinde çalışmaya başlayacağımı söylerken, konuşmamızı depodan mal almaya gelen tezgahtar kesti. Arkadaşım artık meşguldü ve ancak daha sonra görüşebilirdik.

Arkadaşımın huzurlu ve neşeli yüzü, benim de sakinleşmemi sağladı. Üstelik sanki gelecekte bıraktığı yakınlarıyla görüşebilmenin bir yolunu bulabilmiş gibi gözüküyordu. Oldukça rahatlamıştım. Ağır ağır pasajdaki dükkanların vitrinlerine bakarak, sigara tabakaları, gramafonlar, kitaplar, taş plaklar ve nargilelerin arasından geçerek dışarı çıktım.

Akşam üzeriydi. Caddedeki kalabalık dağılmıştı. Deve kervanından geriye belli belirsiz duyulan çan sesleri kalmıştı. 1944 İzmir’inde nasıl göründüğünü merak ettiğim arka sokaklara girdim. Kafamda yeni gizli görevimiz, karnımda yakınlarımı kaybetmenin ağrısı, yürümeye başladım. Sokakta her ayrıntı alabildiğine büyüleyici ama büyülenecek halde değilim. Sabah çalışmaya başlayacağım yeni iş, kitap okumak istediğimde eski Türkçe ile nasıl başadebileceğim, etrafta şimdiden benden şüphelenmeye başlayan sivil polisler olduğu düşünceleri büyülenmeye ne kadar izin verirse işte o kadar.

Yanımdan hızla geçen fötr şapkalı, uzun boylu genç memuru görünce kafamdaki bütün düşünceler dağıldı ve takibe başladım. Kemeraltı’nın çıkışına yaklaşmıştık ki soldaki sokağa döndü. Ben sokak başına varıncaya kadar, genç adam girmek üzere olduğu bir lokantanın önüne gelmişti. Lokantanın kapısını açarken başı hafifçe sokak başına doğru döndü. Sadece parlayan gözlük camlarını ve beyaz yüzünün bulanık hatlarını görebildim. Ekmekçi lokantasının önünde durdum. Camın arkasından genç adamın, oturduğu masanın başındaki beyaz önlüklü garsona sipariş verişini izleyip, otele doğru uzaklaştım.

Otele girerken dedemin de lokantadaki akşam yemeğini bitirmek üzere olduğunu düşündüm. Bir an sanki boş rakı kadehinin kokusunu aldığımı hissettim.