Vuvuzelanın İzmir tezahürleri

İzmir’in uzak köylerinden birisinde bir gece üç köylü, öğretmenin kapısını çalarlar. Öğretmenin merakı köylülerin endişeli bakışlarla acil bir konuyu danışmaya geldiklerini söylemesiyle daha da artar. Bu üç köylü Budist olmaya karar vermiş ve bir süredir de evde gizlice ayinler düzenlemeye başlamışlardır. Olaylar içlerinden daha bilgece duranının bir gece TV’de Buda üzerine bir belgesel izlemesiyle başlamıştır. Bir süre tek başına kafasını kurcalayan bu konuyu önce en yakın arkadaşıyla paylaşır ve onu da Budist olmaya ikna eder. Daha sonra da aralarına sessizce arkada duran çelimsiz arkadaşları katılır.

Yıllar önce bu hikayeyi ikinci el bir tanıktan dinlediğimizde arkadaşlarla uzun süre kahkahalarla güldüğümüzü hatırlıyorum.

Caz müziğine ilgi duymaya, repertuarını ve çalgılarını birlikte çalmaya neredeyse aynı zamanlarda başladığımız arkadaşımın yıllar sonra bu işin ABD’deki en iyi okullarından birinde okumaya gittiğinde orada Amerikalı bir mevleviden etkilenip, Boston’dan Konya’ya ney siparişi verdiğini ve sonra da oldukça ilerlediğini duyunca doğrusunu söylemek gerekirse İzmir’in Budist köylülerini hatırladım hatırlamasına ama bu sefer pek gülemedim, çünkü ben de tam o sırada duvarımda asılı duran yeni açtırdığım bir neye bakıyordum.

***

İzmir’in denize inen yokuşlu mahallelerinde her üst sokaktaki futbol maçının topu bir şekilde bir alt sokağa mutlaka kaçardı. Yukarıdaki sokaktan “Hey şişko! Topu at!” diye bağırdıklarında, kendi mahallesinde bile zaten doğru dürüst kaleye dahi alınmayan bir erkek çocuğun, futbolla bu kötü ilişkisinin neden olduğu travmaya bir de şişko olduğu gibi yeni bir gerçek ekleniyor ve durum tam bir trajediye dönüşüyordu.

Yine de mahalledeki çocukların tek hayatı futbol değildi ve futbolu beceremese de iyi kavga eden ve bilye oynayan bir çocuğun neredeyse küçük bir çeteye liderlik yapması işten bile değildi.

Futbol oynayamasa da tuttuğu takımın ve rakiplerinin en azından ilk 11’ini sayması gerektiğini ise ileriki yıllarda öğrenecekti. Üstelik bu gerçeği çocukların mahallelerden evlerine çekildikleri yıllarda, kahveden zamanında gelmeyen babayı evde badanacı ile yaklaşık bir saat beklemek zorunda kaldığında öğrenecekti. Bunun için TV’de Galatasaray’ın bir maç özeti verilirken futbol hastası ve oyalanması gereken bir badanacı ile geçirilmesi gereken ızdırap verici bir 60 dakika yetmeliydi. Olmadı.

Belki de daha sonra stadyumda izlediği tek maç olan Altay-Fenerbahçe maçında tam Altay kazanmak üzereyken Rıdvan’lı, Oğuz’lu ve Aykut’lu Fenerbahçe’nin son dakikalarda üç gol birden atıp maçı kazanması bu konudaki küçük bir umudu da yok etmişti.

Her Dünya Kupası hüsranla biten yeni umut kapıları olurken, bir zamanlar tek çıkış yolu futboldan anlamanın gerekli olmadığı soldan bir camiaya ait olmak gibi de görünüyordu.

***

Şimdi Güney Afrika’daki kupanın yıldızlarından İspanyol oyuncu Da Villa’nın attığı her golden sonra yüzünde hızla beliren küstah sevinci veya siyah bir oyuncunun ayağını tekmelerken yüzünü yumruklarkenki pişkinliği belki futbol duayenlerini çok rahatsız etmemiş olabilir. Ama Arjantinli Tevez’in yarım metrelik ofsayttan Mesika’ya attığı golü veya İngiltere’nin Almanya’ya attığı golü kaçıran hakemler sayesinde vuvuzelanın kupadaki en tatsız şey olmadığı ortaya çıkmış oldu.

Hatta Cuma günü her oyuncusunun neredeyse balerin gibi dansettiği Brezilya’nın “vasat” Hollanda’ya trajik bir biçimde yenilmesi, kupadaki son Afrika temsilcisi Gana’nın son dakikada kalecilik yapan Uruguaylı forvet Suarez’in elleriyle “kurtardığı” gol sonucu elenmesi vuvuzelayı kupanın “top 10”undaki yerinden bile etmiş olabilir.

Kulakların alıştığı bir “gürültü”nün gürültü olmaktan çıkması gibi belki vuvuzela da can sıkıcılık konusunda tek başına kalsaydı zaten duyulmaz hale gelecekti.

Aynen futbolun bir parçası olarak kırılan kemik seslerinin, kasları, kaşları ve dizleri ağır ağır yırtılan futbolcuların acı dolu çığlıklarının futbol duayenlerini vuvuzela kadar hiç bir zaman rahatsız etmemiş olması gibi.

***

Ekran başında maç izlerken vuvuzelanın sesi uzaktan hoş gelebilir ama canlı olarak dinlemenin nasıl bir şey olduğunu hala çoğumuz bilmiyoruz. En azından çalmanın bile o kadar da kolay olmadığını bir TV haberi sayesinde öğreniş oldum. İzmirli bir elektrik mühendisi bu çalgının distribütörlüğünü almış ve kupa boyunca peynir ekmek gibi satıyormuş. Satılmasına satılıyormuş da haberde çalabilene hiç rastlayamadım. Öyle ekran başında uzaktan göründüğü kadar kolay çalınamıyormuş.

Geçtiğimiz hafta belki de bu İzmirli elektrik mühendisi sayesinde hem DEU rektörü vuvuzelayı yakından duyma şansına erişti, hem de onu protesto eden öğrenciler de bu çalgıyı öğrenmek zorunda kaldılar. Neymiş efendim, kampüs içindeki otobüs ulaşımı bile paralı hale getirilmişmiş.

Futboldan anlamayan solcu öğrencilerden ne beklenirdi ki? Herhalde Budist olmaları, cazcı veya neyzen olmaları değil!