Nostalji ve Sol

KENTİN SESİ - İZMİR Yazıları

Dün idam edilen Denizlere...

I.

1890'da çekilmiş eski bir İzmir rıhtımı fotografında deniz kıyısı boyunca kıvrılarak alabildiğine uzanıp giden güzelim cunbalı Levanten evlerinin önündeki caddede 15-20 kişi dağınık duruyor. Solda kocaman elleri ve çıplak ayaklarıyla kısa boylu fesli bir hamal, arkasından yaklaşan tramvayın sesini duyup başını çevirmiş gibi. Sıcak bir yaz öğlesi olmalı, tüm tahta panjurlar sımsıkı kapalı ve gölgeler kısa, bulut yok. Sadece emekçiler var sokakta, bir pazar günü olmalı. Zarif beyler ve hanımefendilerin fotografta sadece mülkleri gözüküyor.

En sağda bir gevrekçi, arkası dönük hızlı adımlarla ilerliyor, hareketi fotografa belirsiz bir bulanıklık olarak düşmüş. Ve üç çocuk yine yalın ayak 5 yaşlarında bir oğlan ve 2-3 yaş büyük ablası arkaları dönük sanki dilenir gibi bir adamı sıkıştırıyorlar, 10 yaşlarında olan diğer çocuk da rayların üstünde çarpacak kadar yakın duran tramvaya aldırmaksızın onları izliyor.

Geri kalanlar fotografın duvara asılı olduğu yerden her gün sanki aynı saatte dikilmiş objektife bakıp duruyorlar. Alaycı, öfkeli, kararlı, şaşkın, tehditkar, yorgun, sırıtan, bilge ve budala, kaçak, tedirgin bakışlar.

Güzel, sarışın bir genç oğlan, o da raylar üstünde, ayakta yürürken gazete okuyor süsü vermiş kendine ama basbayağı o da bakıyor objektife. Elindeki gazete bir tek kendisinin gezintiye çıktığı havasını veriyor diğerlerinin arasında. Oysa eski potinleri, ütüsüz kirli pantolonu ve yeleğin altından sallanan kemerinin ucu kendini ele veriyor.

Varsa ayaklarında ayakkabılar, üzerinde durdukları arnavut taşlarının kirli gri renginde ve ceket kolları kısa, ceket düğmeleri zorla kapanmış, çoğu pantolonun paçası kısa. Yani yüzler, eller ve ayaklar kadar el ve ayak bilekleri de parlıyor güneşin altında.

Güzel, kumral bir genç kız dışında hep erkekler var. Bir elini başına siperlik yapmış güneşe karşı diğer eli hemen göğsünün altında nerede duracağından emin değil, döpiyesinin önünü kapatmaya çalışır gibi, her gün aynı saatte hep aynı utangaç duruş. Ucuz da olsa ne sade döpiyesi daha fazla eskiyor, ne güzel bacakları yaşlanıyor sadece dizlerinden aşağısı gözükse de. Ve ona hiç ulaşamayacağını bilen bir Arap genci, kendinden geçmiş, kendini koyuvermiş umutsuzca hep kıza bakıyor. Gevrekçinin hemen önünde bir külhanbeyi ile sarıklı, şalvarlı, sakallı bir dilenci ikisinin yüzünde de belli belirsiz bir gülümseme, dilencideki sırıtkan, külhanbeyindeki tehditkar.

Arkada objektife doğru ilerleyen ve deniz kenarındaki sokak lambasını geçmek üzere olan- tramvayın içindeki iki görevlinin, şöför ve biletçi olmalı, yüzleri gölgeli. Sadece üç adam korkusuz ve güvenli bakışlarıyla tüm fotografta hemen ilk dikkati çekenler oluyor. İki arkadaş, birinde yelek diğerinde önlük, parlayan beyaz gömlekleriyle matbaacı olduklarını anlatır gibi. Üçüncü adam yapılı bir deniz işçisi, belki bir gemi makinisti, düşünceli.

II.

"Biçemsel yeniliğin artık olanaklı olmadığı bir dünyada geriye sadece ölü biçemlere (stil, acg) öykünmek, maskelerle ve düşsel müzelerdeki biçemlerin sesleriyle konuşmak kalmaktadır."(Jameson, sf.18)

Fredric Jameson, postmodernistlerle Marksist duruşuyla net bir biçimde ayrışırken onlarla postmodern bir çağda yaşadığımıza dair tespitte ortaklaşır. Yukarıdaki alıntıda ise postmodernizmin sanattaki önemli bir yansıması olarak "nostalji modası" gerçeğine işaret etmektedir. Roman Polanski'nin "Çin Mahallesi"(1974), George Lukacs'ın "Yıldız Savaşları"(1977), Steven Spielberg'in "Indiana Jones-Kutsal Hazine Avcıları"(1981) ve Lawrance Kasdan'ın "Vücut Isısı"(1981) gibi bir dizi filmi bu bağlamda inceler. Bu filmlerin, bilim-kurgu ya da tarihsel ya da günümüzde geçen filmler olmalarına karşın bir şekilde "geçmişe dair" olmaları anlamında ortak bir noktaları vardır. Jameson'ın bu ortak noktada asıl altını çizdiği şey, bu filmlerin "tarih" ve "gerçeklikle" kurdukları çarpık ilişkidir:

"Bazı nedenlerden ötürü bugün kendi dönemimiz üzerinde odaklanmamıza, mevcut deneyimlerimizin estetik temsillerini göstermeyi başaramamış olmamıza rağmen, çağdaş ortamlarda geçen bugünkü filmleri bile istila eden ve sömürgeleştiren gerçek nostaljik filmlerin kendi biçemini, bana olmadık ölçüde belirtisel(symptomatic) görünmektedir. Fakat eğer böyleyse, o zaman bu, tüketim kapitalizminin kendisinin korkunç bir suçudur-ya da en azından, zaman ve tarihle ilişki kuramayan bir toplumun tehlikeyi haber verici ve patolojik bir belirtisidir."(age, sf.21)

Henüz okuma fırsatı bulamadım ama bugünkü filmlerin jeneriklerinde tüm filmin baştan sona bir şekilde gösterilmesine benzer biçimde Orhan Pamuk'un "Masumiyet Müzesi" romanı hakkında da ortaya dökülen malzemeler sonucu epeyce bilgi edinmiş oldum. Pamuk'un "Müze"si doğrudan Jameson'ın tespitlerini çağrıştırıyor.

Tarantino'nun özellikle son filmlerinden, "Ölüm Geçirmez"(2007) ve yakın ortağı Robert Rodriguez'in "Terör Gezegeni"(2007) bu postmodernist nostaljinin doruklarını temsil ediyor olmalı.

Müzik alanında ise 80'lerin başında genç aslanlar olarak trompetçi Wynton Marsalis'te temsilini bulan ve piyasada hızla parlayan cazcılar benzer bir kategoride değerlendirilebilir. İlhan Mimaroğlu Marsalis'lerin ağzının payını Jazz dergisinin eski bir sayısındaki yazısıyla vermişti. Caz müziğinin altın çağlarının biçemlerini taklit eden bu genç aslanların kayıtları için "mumyalanmış, kokuşmuş taklitleri dinleyeceğime, asılları var, eski kayıtlar, oturup onları dinlerim" gibi sözler kullanmıştı. Jamiroquai ve Lenny Kravitz 70'lerin disko ve rock müziği "nostaljisini" yaşatan kayıtlarıyla aynı kategoride değerlendirilebilecek isimler.

Sanırım sanatın ve kültürün her alanından örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir.

Tüm bunları yeniden düşünmeme TSK basın bürosunun servis ettiği Çanakkale Savaşı'nın yeni görüntülerinden derlenen belgesel film neden oldu. İlginç olan bir nokta bir zamanlar hapishanelerde çürütülüp öldürdürülen Ruhi Su'nun seslendirdiği "Çanakkale" türküsünün belgeselin ilk dakikalarında kullanılmış olmasıydı. Daha sonraki fon müziği ise "new age" denilebilecek daha çağımıza ait bir müzik türünde bir parçaydı.

Kendi adıma asıl ilginç olan nokta ise "eski" bir müziğin emperyalizme karşı "eski" bir savaşın görüntülerine eşlik ederken "nostaljik" olmaması ama daha "modern" bir müziğin bu anlamda sonuna kadar "nostaljik" olmasıydı.

Evet, elbette solun geçmiş siyasal ve kültürel birikimi ne kadar "eski" olursa olsun bu anlamda her zaman bugüne dair sözler telaffuz etmeye devam edecektir. Ancak bu sözlerin güncel anlamını sadece dar bir azınlık duyacaksa, geri kalan geniş kitlelerin bu sözlerde aslen "nostaljik" çağrışımlar bulmayacağının da garantisi yoktur. Denizler'in ya da Nazım'ın, Orhan Kemal'in ya da Ruhi Su'nun Jameson'ın işaret ettiği anlamda tehlikeli bir postmodernist nostaljiye kurban gitmediğini ya da gitmeyeceğini iddia etmek zor.

TKP'nin 1 Mayıs'a dair politik tutumunun bir de böyle "okunması" gerektiğini düşünüyorum: "nostaljik" olmayan bir "1 Mayıs" çağrısı.

Bir kez bu başarıldığında o zaman "mevcut deneyimlerimizin estetik temsillerini göstermeyi" de başarmak için epey yol katedilmiş olacaktır. Ayrıca o zaman bir de Denizler, Nazım, Orhan Kemal ve Ruhi Su da daha geniş kitleler için "nostalji" olmaktan kurtulmaya başlayacaktır.

Fredric Jameson, Kültürel Dönemeç, Dost Kitabevi Yayınları, 2005, Ankara.