Boyun Eğmek versus Kavga Etmek

KENTİN SESİ-İZMİR Yazıları

Marx’ı en fazla mutsuz eden şey buymuş: Boyun eğmek! Tamam, bizim Mağribi’yi (Engels’in Marx’a hitabı) en çok mutlu eden şey gibi bu da çok şaşırtıcı değil ama onu en fazla mutlu eden şey, üzerinde daha fazla düşünmeye değer gibi geldi bana: Kavga etmek!

Mağribi’nin çalkantılı bir hayatı olduğunu biliyoruz sürgünler, parasızlık, evlat acıları…

Elbette bilimsel sosyalizmin kurucusu boyun eğmekten nefret edecekti. Ama ya biraz huzur ve dinginlik aramaz mı insan bu çalkantılı yaşamda? Hayır! Mağribi’yi yine en fazla mutlu eden şey kavga.

O zaman TKP’nin “boyun eğme” çağrısını da yeniden düşünmek gerekir diye düşünüyorum.

Bu çağrının aynı zamanda birlikte kavga etmeye dair bir çağrı olduğunu da bilmek gerekir.

***
Kavga ise öyle uzaklarda değil, çoğu kez boynumuz kadar yakın bedenlerimize.

Kendi evinde yüzüne inen tokat kadar yakın bir kadına.

En fazla arkasında (g.tünde yazınca bozuluyorlar!) taşıdığı kredi kartı kadar uzak bir “büyük” şaire.

Öğrencinin iki sıra ötesinde bir tahtanın önünde bazen, bazen de sıra arkadaşı veya eski bir “yoldaş” kadar yakın, yolun tam ortasında omuz başından karşıya geçen.

Evin bir iki kat aşağısında açılan bir kuran kursu kadar uzak en fazla.

İş yerinde “ayar çeken” patronun ağız kokusu kadar yakın, bazen de iş arkadaşının çelme takmaya çalıştığı ayağı kadar uzak en fazla.

***

Temel özelliği “her şeyi yarım bilmek”, en sevdiği uğraşı ise “sataşmak ve sataşılmak” olan Engels olmasaydı belki de Mağribi de bu kadar sevmeyebilirdi kavgayı.

Kim bilir.

Peki, bizim güvenip birlikte kavgaya soyunacağımız dostlarımız nerededir?

Kendi boyunlarımızdan başlayarak iktidara kadar uzanan bir köpek zincirinin, yukarıdan aşağıya boyun eğerek köpekleşenlerin boyun eğdirerek köpekleştirmeye çalıştığı zincirin bir ucunda mı bulacağız hem onları hem de düşmanlarımızı?

Yoksa boyun eğmeyenlerin önce bir araya gelip beraber mi asılmaları gerekiyor zincirleri?

TKP’nin boyun eğmeyen “500 bin kişi” çağrısının böyle bir anlamı olduğunu düşünüyorum.

***
Nerede mi bulacağız dostlarımızı?

Bazen bir kafede tanışacağız. İzmir’in ilk kent planının aslında Paris’in planının aynısı olduğunu anlatırken bulacağız gözleri parlayan, genç ve başarılı bir mimarı.

Sonra koparamadığımız zincirlerini asılacaklar ve kaybedeceğiz tam yolun başında.

Sonra İzmir’de bir hastahanede işten atılan işçilerin hakları için rektörün kapısına dikilen ve bu yüzden işten atılan bir profesörün haberini okuyacağız gazetelerde.

Onun için İzmir emekçileri ayağa kalkarken iş arkadaşları huysuz diyecekler, kavgacı, geçimsiz vs. vs…

Özel muayenehanesi olmayan, hastahanede kapısı her daim açık ve “hakkı” olan ücreti dahi hastaları için reddeden kendi alanında dünya çapında bir ismi olan bu kızıl profesörü elbette istemeyecekler etraflarında, her gördüklerinde kendi boyunlarındaki zincirleri hatırlatan.

Bir zamanlar dedemin sık sık kulağıma fısıldadığı, “Benim oğlum akıllıdır, annesini üzmez” duası gibi İzge hocanın sözleri ısıtacak kulaklarımızı: “Üniversitede vasatın üstünde kimseyi istemezler” sözleri, yani köpekleşmenin fomülünü yani tersinden boyun eğmemenin biricik yolunu.

Sonra bir akşam üstü genç inşaat işçileri çıkıp gelecek Nazım’ın İzmir’deki bahçesine kelimenin gerçek anlamında “Yapıcıların Türküsü”nü söyleyen işçiler. Birer birer yananan bahçenin zayıf ışıkları gölgelendirecek yüzlerimizi.

Kübacılar gelecek, barışseverler ve yurtseverler, boyun eğmeyen şairler ve sinemacılar. Şairler ki en iyileri olmalılar ve sinemacılar ki on milyonları boyun eğmemeye davet edecek olan.

Uzunca beyaz saçlarını tamamlayan dalgın bakışlarıyla bir edebiyatçı ağır ağır geçecek, sırtında Türkiye edebiyat tarihini taşır gibi, gençliğinde trompet çaldığına kalıbımı basacağım bir edebiyat eleştirmeninin kalın çerçeveli gözlüklerinin dahi engelleyemediği kocaman gözlerinin delici bakışları arasından.

Kampüsündeki kavgadan yeni dönmüş, 12 sesin aslında 12 gezegeni anlattığını bilen bir fizik öğrencisi sol elinin en güzel parmaklarını evrenin ahengini bozmaktan korkar gibi gitarın en güzel perdelerine uzatırken, sağ eli barikatların arkasından yükselen bir yumruk gibi sesleri ve gezegenleri ve fiziğin kahrolası tüm yasalarını ezmek isteyecek gitarın ses kutusunun içinde.

***

Diyeceğim dostlarımız şimdilik çelmeler, kredi kartları, tokatlar, iş yerinin köpekleri yani kavgamız kadar yakın değil boyunlarımıza.

Ama o günler de yakındır zincir boyunun çizdiği bir çemberin içinde önlerine atılan kemikleri kemirip yalayan köpeklerin huzurlarının kaçacağı günler.

Neredeyse boyunları kadar yakından görüp, öğrenecekler en sevdiğimiz uğraşının “sataşmak ve sataşılmak” olduğunu ve tanıyacaklar Bizi

En fazla

Mutsuz eden şey : Boyun eğmek!

Mutlu eden şey: Kavga!

NOT: Henüz bir karşılık bulmamış olsa da İzmir yazıları için davetimiz devam ediyor.

(bkz. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-cenk-gedik/buyuk-alevi-mitingi-39913 )

iletişim: [email protected] (konu bölümüne sadece “İzmir” yazınız.)