“Şehrin ileri gelenleri…”

KENTİN SESİ-MANİSA Yazıları

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen hafta sonu Manisa’daydı.

Mesir Festivali’ne katıldı.

Kentin yerel gazetelerine göreyse “onur verdi”, “şeref kattı”, “şehri bereketlendirdi.”

Cumhurbaşkanı’nın gelişinden birkaç gün önce hazırlıklara başlayan, ön haberler yayımlayan, ellerini ovuşturan yerel gazetelerden birinde bir cümle dikkatimi çekti.

Cümle şu: “Cumhurbaşkanı Gül, Mesir saçım töreninin ardından şehrin ileri gelenleriyle yemek yiyecek.”

***

Uzun zamandır kafa yorduğum bir konu.

Şehrin ileri gelenleri.

Kimdir bu “ileri gelenler”?

Cumhurbaşkanı’nın sofrasında kimler olacaktır?

“İleri gelenler” diye bir yurttaş, bir sınıf tarifi mi vardır anayasada?

Bir şehrin “ileri gelenleri” nasıl tespit edilir?

Bir kişi, “ileri gelen” olabilmek için ne gibi becerilere, hasletlere, özelliklere sahip olmalıdır?

Hangi meslekleri icra etmelidir?

“İleri gelmek” doğuştan sahip olunan bir sıfat mıdır, yoksa sonradan mı kazanılır?

Şehrin yöneticisi mi olmak gerekmektedir? Vali, belediye başkanı, garnizon komutanı filan mı olmak lazımdır?

Şehrin “ileri gelenleri” ne yer, ne içer, nasıl yaşar?

Kimdir bu “ileri gelenler”?

İşte epeyce bir zamandır kafamda dönüp dolaşan sorular bunlardı.

Yaptığım gözlemler, tespitler, karşılaştırmalar, akıl yürütmeler sonunda, “bir şehrin ileri gelenleri” konusunda çeşitli yanıtlar buldum açıkçası.

Üstelik bir şehrin ileri gelenlerini tanıyıp tespit ederseniz, o şehrin DNA’sını da çözümlemiş oluyorsunuz. Hassas ilişkileri deşifre etmiş oluyorsunuz. Hatta kimin eli hangi kurumun cebinde, şıpınişi çözmüş oluyorsunuz.

***

Her şehirde, her ilçede, her kasabada ve hatta her köyde, o yerin “ileri gelenleri” mutlaka vardır.

Sayıları, yaşadıkları şehrin ya da kasabanın nüfusuna göre değişebilir.

Bu kişilere, yalnızca “ileri gelenler” değil, aynı zamanda “şehrin eşrafı” da denir.

“İleri geldikleri” şehrin her konusu hakkında mutlaka söyleyecek sözleri, yapacakları bir icraatları, özellikle de kazanacakları bir paraları vardır bunların.

Çeşitli siyasi partilerdendirler.

Ama özellikle iktidar partisindendirler. İktidar partisi hangisiyse, o partinin yanında yöresinde, içinde ya da çeperinde konumlanmaktan pek haz ederler. Devir değiştikçe, bunlar da devrin modasına uyarlar.

Merkezdeki partilerin il ya da ilçe yönetimlerinde şehrin ticaret, sanayi, esnaf, meslek odalarında sivil toplum kuruluşlarında ya yönetici, ya meclis üyesi, ya danışma kurulu üyesi olmak için sürekli teyakkuzdadırlar.

Belediye ve yerel yönetim organlarının her türlü kademesinde yer almaya pek heveslidirler.

Şehirde kurulmuş ne kadar meclis, kurul, konsey, oluşum varsa, bunların her yerine her zaman adaydırlar.

Kendilerini “şehrin sahibi” olarak görürler.

***

Bu tablo, aslında Türkiye’nin küçültülmüş, minimize edilmiş bir modelidir.

Nasıl ki İstanbul, Ankara ve İzmir’e dağılmış üç-dört bin aile ve bu ailenin bireyleri, kendilerini Türkiye’nin sahibi, egemeni, yöneteni olarak görüyorlarsa işte bu taşra kentlerinde de 30-40 aile veya 130-140 aile, kendilerini o şehrin, o kasabanın sahibi, egemeni, söz söyleyeni, ali kıran baş keseni sayarlar.

Kendilerinde bu hakkı görürler.

Dindar olanı da vardır, olmayanı da.

Kültürlü olanı da vardır, görgüsüz olanı da.

Nazik, kibar olanı da vardır, kaba saba olanı da.

İyi giyineni de vardır, rüküş takılanı da.

Tiyatroya, sinemaya gideni de vardır, o taraklarda bezi olmayanı da.

Aralarında çok çok varlıklı olanı da vardır, henüz o kadar mal biriktiremeyip sınıf atlamaya heves edeni de.

Geniş topraklara, gayrimenkullere, üretim araçlarına sahip olanı da vardır, bunlara sahip olmak için sırasını bekleyeni de.

Bunların varlıklı olanları “nasıl daha da zengin olurum” sorusuyla yanıp tutuşurken yolun başında olanları ise “nasıl yırtarım, nasıl ileri gelen olurum” diye yırtınmaktadır.

Sonuçta hepsi de aynı yolun yolcusu, aynı hedefin ortağı olmakta birleşmişlerdir.

Onlar, şehrin “eşrafıdırlar”.

Onlar, şehrin “ileri gelenleridirler”.

Onlar, egemen sofralarının onur konuğudurlar.

***

Bir tespit daha…

Çalıştığım işyerinin yakınında şehrin merkez camisi var: Hatuniye Camisi.

Cenazelerin çoğu burdan kalkar.

Her öğle ve ikindi vaktinde ille de bir cenaze töreni vardır.

Cenazeleri duyurmak için müezzinin verdiği sâlâları işitirim. Müezzin efendi elindeki kağıttan kimin öldüğünü duyurur: Falancanın annesi, filancanın kardeşi gibi.

Bazı cenazelerde bir sözcük fena halde dikkatimi çeker eskiden beri.

Müezzin efendi der ki: “Manisa eşrafından bilmem kimin babası vefat etmiştir.”

Gazetelere verilen ölüm ve başsağlığı ilanlarında da vardır bu laf: “Manisa eşrafından, Akhisar eşrafından, Kula eşrafından…”

Ama bugüne kadar ben hiç iş kazasında hayatını kaybeden bir asgari ücretlinin, kendi halinde emekli bir öğretmenin, dürüstlüğünden taviz vermemiş ama iki yakası da bir araya gelmemiş emekli bir memurun cenazesinin, “şehrimiz eşrafından” diye anons edildiğini işitmedim.

Siz işittiniz mi?

Eşraf, “şerefli” sözcüğünün çoğulu. “Şerefliler” anlamına gelir.

Cami minaresinden “eşraf” diye duyurulanlar şerefli de, diğerleri şerefsiz midir?

Kimdir bu eşraf?

Nasıl tespit edilir?

Ellerinde bir “eşrafölçer” mi vardır?

Eşraf denilen kişiler, niçin hep mal mülk sahibi meclislerin, kurulların, konseylerin değişmez üyeleri arasından çıkmaktadır?

“İleri gelen” olmak için, “eşraf” olmak için kalantor olmak ille de şart mıdır?

Yoksuldan, tutunamayandan, iki yakası bir araya gelemeyenden, sermaye biriktiremeyenden “eşraf” olmaz mı?

Adı konulmamış, kağıt üzerinde tarifi yapılmamış bir “eşraf” çerçevesi mi çiziliyor?

***

Evet, evet…

Şehrin “ileri gelenleri” ile “eşrafı” konusuna taktım kafayı.

Yaptığım tespitlerin sonunda, “ileri gelenlerin” birkaç ortak özelliğini yazdım:

Düştükleri yerden bir avuç toprakla kalkarlar.
Tek motivasyonları “kâr”dır. Kâr gelecek yerden, sadece tavuğu değil, hiçbir şeyi esirgemezler.
Genellikle kendilerini “muhafazakar” olarak tanımlarlar. Ama kentin doğal dokusu, tarihi dokusu, kültürel birikimi gibi değerleri muhafaza etmek yerine kasalarını, keselerini, banka hesaplarını, menfaatlerini muhafaza ederler.
Hayırseverdirler. Sadaka kültürüne inanırlar. Göstere göstere, adlarını yazdıra yazdıra “hayır hasenat” yaparlar. “Geliniz, kimsenin sadakaya ihtiyacı kalmayacağı bir toplum kuralım” deyince de fersah fersah kaçarlar. Çünkü “hayır hasenat” denilen şey, bir tür vicdan rahatlatma kürü, ne kadar iyi yürekli bir insan olduklarına cümle âlemi inandırma gayretidir onlar için.
Hızlı ürerler, oğullarını ve kızlarını “şehrin ileri geleni” ve de “eşrafı” yapabilmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar.
Uyanıktırlar, bağlamacıdırlar, pazarlıkçıdırlar, “ne sihirdir ne keramet / el çabukluğu marifet” oyununu mükemmel oynarlar.
Şehrin seçilmiş yöneticileriyle acayip iyi geçinirler. Ta ki kuyruklarına basılıncaya veya menfaatleri kısılıncaya kadar. Kuyruklarına basmayagörün, ciyak ciyak bağırırlar.
Aslında hepsi “bir sınıftandırlar”. Ama çıkarları çatıştığı zaman birbirlerini yemekten, bir kaşık suda boğmaktan da asla geri kalmazlar. Küserler, çatışırlar, kavga ederler. Yeri ve zamanı geldiğinde de birlikte hareket etmekten gocunmazlar. Aynı sınıfa ait olduklarının bilincindedirler.
İlkelidirler. En önemli ilkeleri ise “Gelen ağam, giden paşam” ilkesidir! Bu ilkeden kesinlikle taviz vermezler.
***

Bunca laftan sonra şöyle diyebilir miyiz?

Bir şehrin “ileri gelenleri”, öldükleri zaman minarelerden “eşraf” olarak ilan edilenlerdir.

Onlarca tarif yapılabilir elbette.

Bu sadece bir tanesi.

Yurdumuzun hangi şehrinde, hangi kasabasında yaşıyorsanız yaşayın. Fark etmez. Sağınıza solunuza bakınca “ileri gelenleri” göreceksiniz.

***

Ben de bu yazıyı yazan kişi olarak, “şehrimizin ileri geleni” değil de, “ileri gideni” oluyorum herhalde.

İşte buna sevindim.

Çünkü öldüğümde kimse beni “eşraftan” diye anamayacak.

Sakın da anmasınlar zaten.

Hakaret sayarım!

[email protected]