Lafı k.çından anlamak!

Geçen hafta bu köşede kaleme getirdiğim “Bu çöküş, bu tükeniş… Bir çıkışı var elbet” başlıklı yazıya devam etmem gerekeceği hiç aklıma gelmezdi.

Yazı arşivde duruyor. Orada kullandığım “jakobenizm”, “ayaktakımı”, “çöküş”, “tükeniş”, “sürüleşme”, “Oblomovluk”, “kirlenmekten haz alan kitle” gibi kavramların bazı okurları rahatsız ettiğini hissettim.

Anlatmak istediğim vurguların künhüne ve inceliklerine varan soL yazarı Yurdakul Er ve çok sayıda okurdan tespitlerimi onaylayan iletiler aldıysam da bazı yazar ve okurlar “halka hakaret ettiğimi”, “halkı aşağıladığımı”, “bu halk adam olmaz” dediğimi düşünmüşler. Bazılarının ise “jakobenizm” kavramını enine boyuna ve tüm tarihsel bağlamlarıyla yeniden öğrenmesi gerek. Ne yazık ki böyle.

Demek ki… Kavramsal düzeyde netleşmeye ve bu bağlamda derinleşmeye devam etmek lazım.

Edelim o halde.

***

Ben “AKP’ye oy veren yüzde 50’lik kitle için daha önce Başbakan’ın ağzından duyduğumuz ayaktakımı ifadesini” kullanmışım. Evrensel yazarı Mustafa Kara böyle yazmış köşesinde.

Ben ayaktakımı kavramını “ilk kez” Başbakan’dan işitmedim. Karl Marx’tan, Hannah Arendt’ten, Maksim Gorki’den, Afşar Timuçin’den ve daha pek çok Marksist yorumcudan işittim. Kavramsal düzeyde tartışırken referansım Tayyip Erdoğan’ın “hakaret kastıyla” kullandığı bir sözcük olamaz hiçbir zaman.

Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini dikkatle okuyanlar, o muhteşem belgedeki “ayaktakımı” kavramını hemen anımsayacaklardır.

Marx, o broşürde Bonaparte’ın temel dayanağı olan 10 Aralık Derneği’ni incelerken ‘ayaktakımını’ tanımlar: “Bu dernek 1849’da kurulmuştu. Bir yardımsever dernek kurmak bahanesi ile Paris alt proletaryası gizli kollar halinde örgütlendirilmişti, derneğin kendisi Bonapartist bir general tarafından yönetilmek üzere her bir kolun başına Bonapartist ajanlar konulmuştu. Nasıl yaşadıkları ve hatta nereden geldikleri belirsiz, yıkıma uğramış ‘kibar düşkünler’ yanında, burjuvazinin kokuşmuş serüvencileri ve döküntüleri yanında, bu dernekte başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkumları, hırsızlar, şarlatanlar, lazzoriniler, yankesiciler, gözden sürmeyi çeken hokkabazlar, kumarbazlar, pezevenkler, genelev patronları, hamallar, işsiz yazarlar, org çalıcıları, paçavracılar, bileyciler, kalaycılar, dilenciler, kısacası Fransızların ‘bohéme’ dedikleri bu ne olduğu belirsiz, çürümüş, kararsız tüm yığın vardı. İşte Bonaparte kendisine yakın olan bu unsurlarla 10 Aralık Derneği’nin gövdesini oluşturmuştu. ‘Yardımsevenler derneği’ şu anlamda ki, Bonaparte gibi bütün üyeler, emekçi halkın zararına birbirlerinin yardımına koşmak gereksinimini duyuyorlardı. Kendisini alt proleteryaya başkan atayan, kendisinin kişisel olarak ardında koştuğu çıkarları çoğaltılmış, çeşitlendirilmiş bir biçimde yalnızca alt proleteryada bulan, toplumun bütün sınıflarının bu tortusunu, bu döküntüsünü, bu firesini kuralsız-koşulsuz yaslanabileceği tek sınıf olarak gören bu Bonaparte, gerçek Bonaparte’tır, ‘sans phrase’ (düpedüz) Bonaparte’tır.

Hannah Arendt de yapıtlarında, bir “belirleme”, bir “saptayım” olarak sıklıkla ayaktakımı ifadesini kullanır. Arendt, “Ayaktakımı fiilen bütün sınıfların döküntülerinden oluşmaktaydı” der ve şöyle devam eder: “Tarihsel kötümserler, bu yeni toplumsal tabakanın özsel sorumsuzluğunu anlamış ve aynı zamanda demokrasinin, tiranlarını ayaktakımı arasından çıkartacak, desteğini onlardan alacak bir despotizme dönüşme olasılığını da önceden doğru bir biçimde görmüşlerdir. Anlayamadıkları şey, ayaktakımının burjuva toplumunun sadece döküntülerinden oluşmadığı, aynı zamanda burjuva toplumunun doğrudan kendisi tarafından yaratılan, dolayısıyla hiçbir zaman ondan tam olarak ayrılması olanaksız bir yan ürünü olduğuydu.

Felsefeci Afşar Timuçin de 1973 yılının temmuz ayında yayınlanan Yeni Ufuklar dergisinde “Halk Başka, Ayaktakımı Başkadır” başlıklı bir deneme yayınlar.

Der ki: “Bize göre ayaktakımı şöyle tanımlanmalıdır. Bir halkın içinde, o halkın ve bütün insanlığın değerlerine ilgisiz kalan insanlardır ayaktakımı. Demek ki, ayaktakımı kavramı, yoksul insanları içeren bir kavram değil, değerler dışında yaşayan kişileri içeren bir kavramdır, öyleyse bir halkın içinde her sınıfın değer bilmez insanları için kullanılacaktır. Bir halkın içinde ayaktakımı ne kadar çoksa, o halk o ölçüde hastalıklıdır. Ayaktakımı, kültür ve etik değerlerinin dışında yaşar, bu değerleri yozlaştırır halkın bütünleşmesini sağlayan toplumsallık inancını yıkmaya çalışır, bu inancın yerine bencilliği koymak ister gerçek değerlerin yerine düzmece değerlerin getirilmesi için elinden geleni yapar. Ayaktakımı halkın mikrobudur. Onun yaygınlaştığı toplumlar her türlü hastalığa açık toplumlardır. Gerici görünüşler de alsa, devrimci görünüşler de alsa, ayaktakımı her zaman tek amaca yönelir: toplumu yıkmak ve yıkılan toplumu yağmalamak. Bunu biraz bile bile, biraz da zavallılığından yapar.

Maksim Gorki 1902’de “Ayaktakımı Arasında” adlı bir oyun yazar. Stanislavski’nin yönetimindeki Moskova Sanat Tiyatrosu’nca sahnelenir ve Gorki’yi üne kavuşturur. Vâlâ Nurettin Türkçe’ye çevirir Ayaktakımı Arasında oyununu. Hayata tutunmaya çalışan ayaktakımının olağanüstü öyküsünde toplumun dibine itilmiş insanlar, en diptekiler anlatılmaktadır. Devlet düzeninin çöktüğü 1900 başında Rusya'da yaşayan kaybedenlerin, tüm umutlarını yitirmiş insanların, eşsiz yaşam hikâyeleri dile getirilmektedir.

Marx da, Arendt de, Maksim Gorki de, Afşar Timuçin de, diğer Marksist yorumcular da “ayaktakımı” ifadesini hakaret etmek, aşağılamak, küçük düşürmek amacıyla kullanmaz. Bir saptamadır, bir belirlemedir yalnızca.

Nesnelliğin tespitidir.

***

Geçen haftaki yazımızda, dünya edebiyatının başyapıtları aracılığıyla -Albert Camus, İvan Gonçarov metinlerinin yardımıyla- “yabancılaşmış”, “sürüleşmiş”, “hiçbir şeyi umursamaz hale gelmiş”, “Oblomovlaşmış” kitleleri tanımlamaya çabaladık.

Ülke nesnelliğini “tanımlamaya çabalamak”, 12 Eylül’ün yarattığı tabloyu “tasvir etmeye” çalışmak halka hakaret etmek değildir. Kitleler “kendi kendine” böyle olmadı. Neden-sonuç ilişkileri sonucunda ve de sistemli olarak halk ne yazık ki “halk” olmaktan uzaklaştırıldı. Sürüleştirildi. Bu durumu saptamak, niçin hakaret olsun!

Biz 12 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde “Sürüden ayrılma zamanı” dediğimiz vakit, hakaret mi etmiştik halka? Asla böyle düşünmüyorum.

Biz 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde açık açık “TKP’nin kimlerden oy istediğini ve kimlerden oy istemediğini” ilan ederken, oy istemediğimiz kesimlere hakaret mi etmiştik? Asla böyle düşünmüyorum.
Biz “sürü” derken, “çöküş” derken, “çürüme” derken bu kavramları asla pejoratif, alçaltıcı, küçümseyici anlamlarıyla kullanmadık, kullanmıyoruz. Gayemiz bir tespit yapmak, bir belirleme yapmaktır.

Bu kitleleri insanlıklarından çıkartıp sürü derekesine düşüren emperyalist / islamist / osmanist diktatoryadır” demek neden ve niçin hakaret olsun?

Biz bu kütlelerin TKP’ye oy vermeyeceklerini bilmiyor muyduk? Açık açık kimlerden oy isteyip kimlerden istemediğimizi ilan ederken oradaki vurgumuz nicelikten çok niteliğe yapılmaktaydı.

Çünkü…

Niteliği koruyabilmek, geleceğe yönelebilmenin / geleceği yakalayabilmenin temelidir. Stalin’in 28 Ocak 1924’te Kremlin Askeri Okulu öğrencilerinin düzenlediği gecede Lenin’le ilgili verdiği bir söylev vardır. Bu söylevde Stalin, Lenin’in en önemli özelliklerinden birisinin ilkelere bağlılık olduğunu söylüyor.

Diyor ki: “Çoğunluk bir yöneticinin hesaba katmak zorunda olduğu bir güçtür. Bunun her parti yöneticisi gibi Lenin de farkındaydı. Fakat Lenin hiçbir zaman çoğunluğun esiri olmadı. Özellikle çoğunluğun hiçbir ilke temeline dayanmadığı hallerde… Partimizin tarihinde çoğunluğun fikrinin ya da partinin yakın çıkarlarının proleteryanın temel çıkarlarıyla çeliştiği anlar olmuştur. Bu gibi hallerde Lenin hiç tereddüt etmeden çoğunluğa karşı ilkelerden yana tavır takınmıştır. Hatta böyle durumlarda ‘ilkelere sadık bir politika tek doğru politikadır’ diyerek herkese tek başına karşı çıkmıştır.

Demek ki oportünüzmin, ekonomizmin, parlamentarizmin kütleselleştiği ve siyaseti bir kanser gibi sardığı zamanlarda temel ilkelere ve değerlere sonuna dek sahip çıkmak, gerici cenahtan gelebilecek her türlü eleştiriye ve saldırıya karşı aynı şiddette yanıt verebilmek çok önemlidir.

***

AKP’liler ve onlarla işbirliğini alçaklıktan da ötelere taşıyan liberal soytarılar, “elitist, seçkinci, tepeden inmeci, jakoben” diyecekler diye solu ve sosyalizmi var eden, “öncülük”, “jakobenizm” gibi temel değerlerden vaz mı geçeceğiz?

Emperyalistler halkı sürüye dönüştürerek, sürü imal ederek egemenliklerini sürdürebilirler. Sürüleşmek ise lümpenleşmek, bayağılaşmak, adileşmek ve tüm bu insanlık dışı çizgilerden haz almak demektir.

İslamcılaştırma ve Osmanlıcılaştırma ise Türkiye’de sürüleştirmenin en etkili mekanizmasıdır. Tüm bunlara aydınlanmacı bir başkaldırışla karşı çıkmak jakobenlikse… Evet jakobenim. Jakoben olmak zorundayız. Jakobenizm, tutucu ve muhafazakar bir kütleyi ilerici yapma mücadelesidir. Bu noktada Robespierre’e başvurmak gerekmektedir.

Robespierre şöyle diyor: “Hükümetlerin en soysuzu, halkın kör inançlarında, alışkanlıklarında ve eski eğitime bağlılıkta büyük bir destek bulurlar. Zorbalık özgürlükten kuşkulanır ve belirtilerinden ürker, insanların kafasını öylesine bozar ki, insanlar zorbalığa tapar hale gelirler.

Şimdi bu sözleri Robespierre söyledi diye dikkate almayalım mı? Görmezlikten mi gelelim? AKP ve onun öncülleri, insanlarımızı zorbalığa tapar hale getirmişse, bunu ancak jakobenizmi temel alan yaratıcı eylemlilikler ve teorik müdahalelerle tersine çevirmek mümkündür.

***

Jakobenizm bahsine gelince…

Burjuva sınıfının doğasını anlayabilmek için Engels’in Anti-Dühring adlı eserinde yazdıklarını dikkatle okumak gerekir. Engels şunları yazar: “Burjuvazi, doğuşundan başlayarak karşıtının ağırlığı altındaydı ücretliler olmaksızın kapitalistler var olamazlar ve ortaçağ loncaları burjuvasının modern burjuva durumuna geldiği ölçüde, loncalar kalfası ile özgür gündelikçi de proleter durumuna geliyordu. Ve hatta genel olarak soyluluğa karşı savaşımda, burjuvazi aynı zamanda o çağdaki çeşitli emekçi sınıfların çıkarlarının da temsilcisi olduğunu ileri sürebiliyorduysa da, gene de her türlü büyük bırjuva hareketinde, modern proleteryanın az çok gelişmiş önceli olan sınıfın bağımsız hareketlerinin kendini gösterdiği görüldü. Almanya’da reform ve köylüler savaşı döneminde Thomas Münzer eğilimi büyük İngiliz devriminde eşitleştiriciler büyük Fransız devriminde Babeuf gibi… Daha gelişmesinin ilk basamağında olan bir sınıfın bu devrimci ayaklanmasına karşılık düşen belirtiler de vardı: 16. Ve 17. Yüzyıllarda ülküsel bir toplumun ütopik betimlemeleri 18. yüzyılda da daha o zamandan açıktan açığa komünist teoriler. Eşitlik istemiartık siyasal haklarla sınırlanmıyordu. Eşitlik, bireylerin toplumsal durumunu da kapsamalıydı ortadan kaldırılması gereken şey, artık yalnızca sınıf ayrıcalıkları değil, sınıf ayrılıklarının ta kendisiydi.

Bu cümleler çok önemli. Burjuva sınıfı iktidarı alırken, karşıt sınıfların, emekçi sınıfların baskısını da nefesinde somut olarak hissediyor. Burjuvazinin her büyük sınıf hareketi, sömürülenleri de harekete geçiriyor. Burjuva sınıfı, kendi düzenini “jakoben diktatoryasıyla” nihai anlamda kuruyor. Yani jakoben terör döneminden sonra, artık feodal düzenin eski haliyle var olmasının imkansız olduğu bilinci, toplumun kolektif belleğine yerleşmiş durumdadır. Ancak karşıt sınıfların baskısını sürekli hisseden burjuvazi, kendi iktidarı alma biçiminden ürkmüş ve düzenini stabilize ettikçe jakobenizmi her yerde ve her dönemde büyük bir “ürküntü kaynağı” olarak değerlendirmiştir. Anti-jakoben söylem ve suçlamalar, burjuva sınıfının “sınıf ürküntüsünün” yansımasıdır. Türkiye’de de tüm burjuva sözcüleri ağızlarını her açışta jakobenizme sövmeyi marifet saymaktadırlar. Bunu Kemalizm ve CHP üzerinden yaparlar. Kemalizmin jakoben olup olmadığı tartışılır. Ancak Kemalizmi tarihsel düzlemde yerli yerine oturtabilmek için, jakobenizm paradigması çerçevesinde incelemek gerekir. İlkel ve adi bir ‘demokrasi’ söylemiyle ne Kemalizmi ne de diğer toplumsal-siyasal olguları anlamak ve değiştirmek mümkündür. İslamistlerin ve alçak işbirlikçisi liberallerin dilini aynen sahiplenip jakobenizmi ‘elitistlikle’, ‘tepeden inmecilikle’, ‘halktan kopuklukla’ suçlamak tek kelime ile cahilliktir. Hele Robespierre’i, kralı idam eden bir kan dökücü olmakla suçlamak hem devrimleri bilmemek, hem de devrimi reddetmek anlamına gelir.

Jakobenizmin bir ucunun işçi sınıfı siyasetine taşınabileceğini söyleyen Lenin, sınıfa siyaset taşıma dersleri ile jakobenizmin korkulacak bir hayaletten daha öte bir anlama geldiğine işaret etmiştir. "Tarih bazen biraz ittirilmeye mecburdur" sözü aslında bunun ifadesidir.

1917 yılı temmuzunda Ekim Devrimi öncesinde Lenin, jakobenizme dair yazdığı "Jakobenizm İşçi Sınıfını Ürkütür mü?" başlıklı makalede şöyle diyordu: "Burjuva tarihçileri jakobenizmi bir alçalma olarak görüyorlar. Proleteryen tarihçileri, jakobenizmi ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek zirvelerinden birisi olarak görürler. Jakobenler, Fransa'ya, demokratik ihtilâl ile bir cumhuriyete karşı monarklar koalisyonuna karşı direnişin, en güzel modellerini verdiler. Jakobenlerin alın yazgılarında mutlak zaferi kazanma yoktu en başta 18. yüzyıl Fransa'sı, kıta Avrupası'nda çok geri ülkelerle çevrili olduğu için ve sonra Fransa'nın kendisi sosyalizm için maddi temelden yoksun olduğu, bankalar, kapitalist holdingler, sanayide makine ve demiryolları olmadığı için."

Böylece Lenin, jakobenizmi ezilenlerin ve dahası komünistlerin bir siyaset modeli olarak dışlamadığını, aksine bir geleneğin parçası olarak gördüğünü ifade etmekteydi.

***

Geçen hafta yazımı hangi paragrafla sonlandırdıysam, ısrarla ve kararlılıkla yine aynı paragrafı buraya not düşüyorum: Artık bu coğrafyada eşitliği, özgürlüğü, cumhuriyeti, laikliği, aydınlanmayı ve tüm ilerici değerleri savunmanın, var kılmanın tek yolu jakoben düşünce ve yöntemlerdir. Bu toprakların tarihinin derinliklerindeki jakoben damarı yakalayıp kalınlaştırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyor.

[email protected]