Bir düğünün ardından… Haliç’e alışamayan Simonlar…

KENTİN SESİ-MANİSA Yazıları

Yakın bir dostum evlendi geçen hafta sonu.
Düğün Manisa’daydı.

Saatler gece yarısına henüz varmadan geleneksel düğün töreni sona erdi. Damat, gelin ve yakın dostları hem sohbet etmek, bir şeyler içmek, hem de günün yorgunluğunu atıp küçük çaplı bir kutlama yapmak üzere bir meyhanede toplandı.

Saat 00.30 sularıydı. Niyetimiz bir saat kadar söyleşip sonra evlere dağılmaktı.

Taşra kentinde yaşayan bir grup arkadaşın mütevazı kutlaması.

Bir saat kadar oturuldu, sohbetler ve kadehler paylaşıldı.

Ne bir müzik yayını vardı, ne yüksek sesle sohbet, ne de lokantanın duvarlarından taşan bir gürültü.

On beş kadar arkadaşın sohbetinden ibaretti her şey.

Sohbetin bir yerinde söz dönüp dolaşıp Hanefi Avcı’nın Haliçte Yaşayan Simonlar adlı son haftaların çoksatar kitabına geldi. Emniyet teşkilatı içindeki Fethullahçı, tarikatçı, gerici yapılanmadan söz açıldı. Birkaç arkadaş yakın geçmişte başlarından geçen somut bazı olayları aktardı.

Bir düğün sonrası sohbeti için hiç de sevimli bir konu değildi ama gündemden kaçılamamıştı.

Kalkılmak üzereydi ki, içeriye iki sivil polis memuru girdi. Tüm başlar memura çevrildi. Memurlardan biri aşağılayan bir ses tonu ve tiksinti içeren bir edayla, “Eğlence mi düzenliyorsunuz?” deyiverdi.

“Eğlence mi düzenliyorsunuz?” sorusunun içine gizlenmiş “Bu saatte dışarıda ne işiniz var, yatsıyı kılıp yatmış olmanız gerekmiyor muydu, gece yarısı burada oturup gülüp eğlenmeye utanmıyor musunuz?” soruları da bariz biçimde sırıtıyordu.

Herkesten kimlik toplandı, tutanak tutuldu ve moraller bozuldu.

Günün ve düğünün içine edilmişti.

Polis memuru ise “gece yarısı içki içen mendebur zındıklara” karşı görevini yerine getirmenin huzuruyla “olay yerinden”(!) ayrıldı.

***
Lenin, Nisan Tezleri adlı eserinde şunları yazar:
“Tarihin kanıtladığı gibi, ordu, polis ve bürokrasiden oluşan baskı mekanizmalarının tümüne hiç dokunulmadığı için, parlamenter burjuva cumhuriyetinden bir monarşiye dönüş son derece kolaydır.”

Denmek isteniyor ki: Parlamenter burjuva cumhuriyeti ile monarşi arasındaki sınırlar çok siliktir. Parlamenter burjuva cumhuriyetinden monarşiye geçmek, o kadar da zor değildir.

Parlamenter burjuva cumhuriyetinden monarşik bir yapıya doğru nasıl da kolayca gidildiğini görmek için, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın bu yönde attığı adımları, son referandumda kabul edilen anayasa değişikliklerini hatırlamak yeter sanırım.

Yasama, yürütme ve yargının tek bir elde toplanmaya başladığını, gündelik yaşantımızdaki kimi somut örneklerde de görmeye başladıysak, işler pek de yolunda değil demektir.

Despotik, insansızlığa ve kamusuzluğa dayanan bir düzene doğru yol aldığımızı göremeyecek denli kör de değiliz kuşkusuz.

Despotik, insansız, kamusuz bir düzen, emperyalizmin belirgin aşamalarından biri olsa gerek.

Yukarıda da alıntıladığım gibi, Lenin, parlamenter burjuva cumhuriyetinde de, monarşide de baskı aygıtlarının birbirinin aynısı olduğunu hatırlatarak, parlamenter cumhuriyetten monarşiye geçişin o kadar da zor olmadığını vurguluyor.

***
Engels de, Marks’ın Fransa’da İç Savaş adlı yapıtına yazdığı önsözde aynı noktaya parmak basıyor:
“Burjuvazinin iç çekişmeleri, maceracı Louis Bonaparte’ın bütün kilit noktaları (ordu, polis ve yönetim mekanizmasını) ele geçirmesine ve 2 Aralık 1851 günü burjuvazinin son kalesini, Ulusal Meclis’i havaya uçurmasına meydan verdi. İkinci imparatorluk başladı. Fransa’nın siyasal ve mali bir maceracılar çetesi tarafından sömürülmesi fakat aynı zamanda, büyük burjuvazinin sadece küçük bir kesiminin özel egemenliğiyle, Louis Philippe’in dar kafalı ve ürkek sistemi altında asla mümkün olmamış bir sınai gelişme içinde.”

***
Engels’in, Londra’daki Marks’a 4 Eylül 1870’de Manchester’den yazdığı mektubun bir yerinde şunlar yazılıdır:
“Fransızların bu dur durak bilmeyen küçük panikleri (paniğe kapılıyorlar, çünkü sonunda gerçeği duymak zorunda kalacakları anın gelmesinden ödleri kopuyor) insana terör dönemi konusunda çok iyi fikir veriyor. Biz bunu, terör öğütleyen insanların egemenliği diye anlıyoruz. Tam tersine, bu, terör felaketine uğramış insanların egemenliğidir. Terör daha çok, korkuya kapılmış insanların, kendilerine güven tazelemek için giriştikleri süreğen, yararsız gaddarlık anlamına gelir. İnanıyorum ki, 1793’teki terör döneminin günahı, hemen hemen tümden, çileden çıkan ve kendini yurtseverler düzeyine indirgeyen burjuvaların, korkudan tir tir titreyen küçük burjuvaların ve terörden nasıl para kazanacağını bilen yer altı dünyası serserilerinin omuzlarındadır. Şimdiki küçük terör de bu aynı sınıfların işidir.”

***
Yukarıdaki alıntıda da okuduğumuz gibi, Engels’in terör tanımı üç unsurdan oluşuyor:
a) Teröre başvuran sınıf veya insanlar, korkuya kapılmış olanlardır. Korku, terörize etmektedir. Korku, terörizasyon jeneratörüdür. Despotizm, korkuya dayanır. O halde diyebiliriz ki, korku, despotizmi yaşatan temel ilke olduğuna göre despotizm sürekli terör rejimidir.
b) Terör, korkan insanların veya sınıfların, güven tazelemek için giriştikleri eylemlerdir. Bir sınıf korkuyorsa ve iktidarda ise, korkusunu yenmek için teröre başvurmak zorundadır.
c) Ancak bu terör hareketleri yararsız gaddarlıklardır. Yani bu gaddarlıklar, korkusunu yenip güven kazanmak isteyen iktidardaki sınıfı daha da güvensiz hâle getirir.

***
İşte AKP bu noktadadır.

Korkuyla toplumu terörize etmekte, elindeki iktidar gücünü ise korkusunu yenmek ve güven kazanmak için daha da acımasız ve gaddarca
kullanmaktadır. Ancak korkusu ve güvensizliği, eskiye göre daha da çoğalmaktadır.

Yani AKP, “korku – güvensizlik - terör” ve “daha çok korku – daha çok güvensizlik – daha çok terör” sarmalına yakalanmıştır.
İşte bu noktada Montesquieu’nun şu belirlemesi önemlidir:
“Despotizm öyle müthiş bir şeydir ki, bizzat onu kullananların bile aleyhine döner.”

AKP, bir despotizm bataklığına dönüştürdüğü ülkeyi kendisiyle birlikte batırmak istemektedir.

Ama batıramayacağına inanmak zorundayız.

Çünkü bu inanç ve zorunluluk en büyük gücümüz, en büyük özgürlüğümüz olmalıdır.

***
Bir düğün sonrasındaki arkadaş toplantısının polis marifetiyle nasıl rezil edildiğinden yola çıkıp bu noktaya gelmek, bazı okurlarca “zorlama” bulunabilir.

Bunu ben de düşündüm.

Ama bu küçük, minik, anlık zorbalıklar ve baskılar toplana toplana, birike birike, damlaya damlaya kocaman bir “hayatı” oluşturmuyor mu?
Bizim geçen hafta sonu bir düğün sonrası küçük bir taşra meyhanesinde yaşadığımız sıradan, basit zorbalık bir siyasal toplantı sırasında, bir amfide, bir okulda, bir gazetede, bir cezaevinde, bir işyerinde, bir kamu kurumunda da yaşanabilirdi elbette.

Hayat dediğimiz şey de, bu saydığım yerlerde geçmiyor mu zaten.

***
“Hanefi Avcı’nın Haliç’te Yaşayan Simonlar’ına bir de bu pencereden bakabilir miyiz, bakabilirsek nereye varırız” diye düşünelim diye yazdım bu yazıyı.