8 Aralık 2014 Nutku

Zorunlu din dersi, zorunlu Osmanlıca derken…

On yıllardır sürdürülen “Toplumun zorunlu bir şekilde İslâmize ve Osmanize edilmesi” hedefine ulaşıldığı konusunda artık herhalde kimsenin kuşkusu kalmamıştır.

Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldiği günden bu yana yaptığı binlerce konuşma arasında, 8 Aralık 2014 Pazartesi günü 5. Din Şurası’nda yaptığı konuşma tarihsel bir öneme sahip.

Neden?

Çünkü o konuşma, Türkiye’de “laik cumhuriyet” rejiminin tamamen yürürlükten kaldırıldığının, formel anlamda bile bir “laikliğin” ya da “cumhuriyetin” kalmadığının tespit ve tescilidir.

Laikliğin sona erdirilmesi, şeriat devletinin ilan edilmesidir.

Türkiye eğer “laik bir cumhuriyet” olsa idi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan o konuşmayı yaptıktan sonra cumhurbaşkanlığı sıfatını kaybederdi.

Bu yazıda, o talihsiz konuşmanın kritik satır başlarını çözümlemeye çalışalım.  

***

Diyor ki Erdoğan: “Cumhurbaşkanı olarak bu ülkede dine ait tüm meselelerin artık özgürce ve özgüvenle ele alınabilmesi için ilgili kesimleri cesaretlendirmekle mükellef olduğum inancı içindeyim.”

Laik bir cumhuriyette, anayasal bir düzende cumhurbaşkanının böyle bir görevi yoktur, olamaz. Laik bir cumhuriyette cumhurbaşkanı dinle ilgili hiçbir konuda konuşamaz. Cumhurbaşkanı laikliği korumak ve savunmakla yükümlüdür. Tayyip Erdoğan bu cümleleri ancak ve ancak şeriat rejiminde söyleyebilir. Bu cümleleri kurabildiğine göre Türkiye doludizgin bir İslam devleti olmaya doğru sürüklenmektedir.

***

Diyor ki Erdoğan: “Biz öyle bir dinin mensubuyuz ki ilk emir ilim. Oku diye emreden bir dinin mensubuyken adeta sanki ilmi reddeden bir din varmış gibi sunulmaya gayret edilmiştir. Böyle bir dinin mensubuyken aklın ve bilimin tek çıkış yolu gibi gösterilmesi manidardır.”

Aklı ve bilimi açıkça reddeden, aklın ve bilimin tek çıkış yolu gibi gösterilmesini “manidar” bulan bir cumhurbaşkanının yönettiği bir ülkeye “laik cumhuriyet” denemez. Ayrıca laik bir cumhurbaşkanı “Biz öyle bir dinin mensubuyuz ki…” şeklinde bir cümle kuramaz. Kurarsa “Siz kimsiniz? Bu cümleyi kimin adına kuruyorsunuz?” diye sorarlar.

***

Diyor ki Erdoğan: “İslam dünyası ve İslam dünyasının münevverleri defansta kalmaktan ofansif bir hareketin içine girememişlerdir.”

Erdoğan burada açıkça cihat ilan ediyor. Kendi takipçilerine, müritlerine, müntesiplerine, bağlılarına “Artık defanstan yani savunma halinden, ofansa yani hücuma geçin” talimatı veriyor.

***

Diyor Erdoğan: “İslam dinine ve onun kamusal alandaki görünümüne karşı, büyük husumet besleyenler, yarın yazacaklar, biliyorum. Ama söylemek durumundayız. Aslında kendi elleriyle, kendi dinlerini icat etmiş olduklarının farkında değiller. Bunlar, bilinçli ya da bilinçsiz, yurttaşlık dini benzeri dinler inşa ederek, İslam’ın karşısına kendi yapay dinlerini koymanın çabası içinde olduklarını bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar. Din ve devlet işleri ayrı olsun diyerek, dine yönelik her saldırıyı meşru görenler, kendi yapay dinlerini devleti egemen kılmanın mücadelesini verdiklerinin bilincinde değiller.”

Dinsel alan ile kamusal alanın birbirinden ayrılmasına karşı ciddi, köklü itiraz cümleleri bunlar. Din ve devlet işlerinin ayrı olmasını savunanları, açık bir şekilde “dine saldıranlar” olarak tarif ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bağlıları, ellerindeki tüm gücü, tüm devlet zorunu, topyekûn İslamcı bir tahakküm kurmak için aktif olarak kullanıyor. Hayatın tamamını, toplumun her hücresini dinselleştirmek için, toplumsal hayatı dinsel referanslarla baştan kurmak için hiçbir hamleden kaçınmayacaklarını resmen ve alenen ilan ediyorlar bu cümlelerle.

***

Tayyip Erdoğan’ın 8 Aralık 2014 konuşması, ileride siyasal tarihimizi inceleyecek araştırmacılar için önemli veriler sunan bir konuşma olacak. Ülkedeki “İslâmcılaştırma ve Osmanlılaştırma operasyonunun başarıya ulaştığının ilanı” niteliğinde bir konuşma. Rejim değişikliğinin tescil edildiği bir konuşma. Ülkemizi, Tanzimat’ın da gerisine atan bir konuşma.

***

Peki neden böyle?

Sanırım Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP cephesi, bu konuşmaları yapmaya, bu dinselleştirme hamlelerini peş peşe gerçekleştirmeye mahkum ve mecburlar. Çünkü sıkışmış durumdalar. Topyekûn dinsel tahakkümü kurmadan, toplumun her kesimini dinsel vesayet altına almadan uzun süre AKP iktidarını devam ettirebilme olanağına sahip olmadıklarını biliyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuşmasıyla, halen kâğıt üzerinde geçerli olan anayasa yürürlükten kaldırılmıştır. Anayasasında laik olduğu yazılı bir cumhuriyet rejiminde, cumhurbaşkanı böyle bir konuşma yapamaz. Eğer yapıyorsa, ya o kişi cumhurbaşkanı olmaktan vazgeçmiştir ya da o ülke artık “laik bir cumhuriyet” değildir.

***

Bu noktada bize düşen ne?

Kendilerini laik, ilerici, aydınlanmacı, solcu, sosyalist olarak tanımlayan kesimlere düşen nedir?

Burada Prof. Korkut Boratav hocamızın bir tespitini aktarmalıyım.

Diyor ki Prof. Boratav: “Önce askeri rejimin, sonra da neoliberal politikalarla emperyalizmin başarısı, Türkiye'nin emekçileri ile sosyalizm arasındaki bağları koparmak olmuştur. Halkımıza özgü dindarlığın, halk İslâmının köktendinci yobazlara göre ‘Vahabi’ bir dönüşüme uğramasına özel çaba sarf edilmiş; böylece halkın İslâmi duyarlılıkları ile siyasal İslâm bütünleştirilmiştir. Bu nedenle bence AKP’ye karşı laiklik sorunsalı etrafında başlatılan mücadele, orta sınıfların hayat tarzlarını savunma gündemiyle sınırlı değildir. Halk sınıfları nezdinde dürdürülen kritik bir ideolojik mücadeledir. Çok önemli sınıfsal bir işlevi vardır. Halkın İslâmi duyarlıklılarının bugün aldığı biçimi bir veri kabul etmemek de bu nedenle gereklidir.”

***

Laiklik savunusunu, sadece “Yaşam tarzımızı savunuyoruz” sığlığında sürdürmek, bizi kör kuyulara düşürür. Çünkü laiklik artık işçi sınıfının, emekçilerin ve bütün çalışanların davasıdır.

Dinsel inançlarına göre hareket eden işçinin gideceği yer, emek ve hak arama mücadelesi safları değil, dindar patronuyla birlikte kol kola girerek gideceği Cuma namazı saflarıdır.

Patronlar, sermaye sınıfı, sağ ve muhafazakâr siyasetçiler bunu çok iyi bildikleri için, laikliğin her düzeyde aşındırılmasına ve giderek yok edilmesine alan açarlar. Anti-laik olmak, sermaye sınıfının sınıfsal bir tercihidir. Dolayısıyla “laik olmak/aklı ve bilimi tek çıkış yolu görmek” de işçi sınıfı mücadelesinin doğal bir parçası olmalıdır.

Gerici, din temelli bir eğitime her düzeyde itiraz etmek zorundayız. Laik, bilimsel, kamucu bir eğitimi savunmak, “aklı devreye sokmanın” bir gereğidir. Çünkü laiklik, aklımızın işleme düzeninin “olmazsa olmaz”ıdır. Laiklik yoksa orada akıl da olmayacaktır, bilim de olmayacaktır. AKP ve sermaye düzeninin hedefi, çocukların aklını gelişmeye imkan bulmadan kökten yok etmektir. Hatta daha doğmadan çocuklarımızı aklını gasp etmektir.

Laiklik yoksa akıl yoktur, çocuk yoktur, kadın yoktur, yurttaş yoktur. İnsan yoktur, laiklik yoksa.

***

Liberal ve dinci kesim yıllarca laikliği “Din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımladı. Ve sadece bu tarifi söyledi. Laikliğin içini boşalttı. Laikliği “din eksenli” ve “dinsel olan kerteriz alarak” tanımladı. Oysa laikliği “dinselliği referans alarak” tanımlamak, laikliği dinselleştirerek yok etmek anlamına geliyor. Laiklik ancak ve ancak “akıl temelinde” ve “aklı özgürleştirmek temelinde” tanımlanmalı. İşte biz böyle yapmak zorundayız. Buna mecburuz.

Yalçın Küçük, şu anda Foça Cezaevi’nde yatan Prof. Rennan Pekünlü’ye yazdığı mektupta “Laiklik aklımızın işleme düzenidir, olmazsa olmazıdır” diyor. “Dışa vurulan din, düşünmeye engeldir” diyor.

“Laiklik” ve “akıl” bir madalyonun ayrılmaz iki yüzüdür. Çünkü laiklik, her türlü vesayetin aklımız üzerindeki etkisini yok etmektir.

Aklı ve aklın işleyişini koruma düzeneğidir.

Koruyacağız.

Havaya, suya, ekmeğe ihtiyacımız kadardır laiklik. Yaşamsal ve vazgeçilmez.