'Sözcükleri alıp koynunuza saklayasınız geliyor kıskançlıkla. İşte, dedirtiyor, toplumcu edebiyat nasıl olurmuş görün, çoğaltıyor, güç veriyor, umut damıtıyor.'

Yunusla Gelen

Kavilleşelim, diye bitirmiştim iki hafta önce. Çünkü “Deli İbram Divanı” için söyleyeceklerim bitmemişti. Aslında söyleyeceklerimden ziyade romandaki kişilerden, doğadan, börtü böcekten, kuştan, denizden uzaklaşamama yani kurtulamama hâli vardı bende daha çok…  Hani, iyi bir sanat yapıtının büyüsü vardır. Aklınızdan çıkmaz, içinize, derinlerinize girer ve yavaş yavaş köklenir, öyle etkilenmişsinizdir ki o yapıtla ilgili iri cümleler de kurmak istemezsiniz ama öte yandan sizin hissettiklerinizi herkesin hissetmesini ister, herkese haber vererek aynı ruh hâlini topluca yaşamak istersiniz. Kendinden geçerek sürekli Osman’ı, Balıkçıyı, Deli İbram’ı, Leyla’yı, Yusuf Reis’i, Demirci Asım’ı, anneyi, ikizleri konuşmak istersiniz. 

Öyle ya bizden biri olmadılar mı bu roman kahramanları? 

Demiş miydim önceki yazıda? “Kuyucaklı Yusuf”a benzer bir “başka türlülük” var sevdiğim karakterlerde. Şiir gibi dökülen ama neyini nasılını yazasımın gelmediği. Ne kitaptaki kuruluşun Cumhuriyet’ine değinesim var ne nüve hâlinden giderek belirginleşen ve azgınca işleyeyazan kapitalist pazar ilişkilerinin insanı, doğayı katletmeye ant içmiş hukukunu yazasım var. 

Örneğin elim Zina Mehmet’in, Eczacı Süleyman’ın, onların belediye başkanının, kaymakamının, eşrafının ve bilumum musibet zevatın adını anmaya varmıyor. Öyle doydum ki boğazıma kadar. Hakikaten şurama kadar geldi. 

Höst ki höst! 

O bulantı, o iğrenme, o koku, o tiksinti, o bıkmışlık, o öfke, o çaresizlik… Ey güzelim İzmir, ey güzelim Köstence! Ey güzel yüzlü çocuklar, ekmeğinin, aşının yani usul usul yalansız, talansız, riyasız yaşamanın derdinde olan büyük insanlık… 

Ekmeğine kan mı doğruyorlar?

“Fabrikanın bacasının tüttüğü ilk gün başladılar can almaya. Dişlerine kan değmiş kurt sürüsü gibi denize daldılar. Yaş almış demediler, küçük demediler, yavrulama zamanı demediler. Köstence’nin göğü yağ kokusuyla doldu. İnsanlar öğürerek gezer oldu. Süngüyle vurmak başka ama tüfekle avlanmak dayanılır değildi. O tarraka, o gümbürtü! Dağlara kaçtım kaç defa. Mağaralara girdim. Solucanlarla çıyanlarla geçirdim günlerimi. Ama sabah olup gün doğunca o sesler yine her yanı tutuyordu. Sonra vurulan her yunusu alamıyorlardı. Yaralanan dibe dalıyor, saklanıyor. Nefessiz kalıp ölünce şişip çıkıyor. İşte o ölüler karaya vurdu. Kadınlarla çocukları onları toplamaya yolluyorlardı. Her şey tamam da o çocuklara neden bulaştırdılar kanı? Bunu hiç affedemiyorum. İşte böyle beş yıl devam etti av. Eczacı Süleyman yeni kayıklar yaptırdı, yeni avcılar buldu. Yunuslar denizin kanatlarıdır. O kanatları kırdılar. Neşemizi çaldılar. Ama ekmeğimize de kan doğradılar. Sonra ağla avlanmayı buldular. Tek tek tüfekle vurmak zor geldi. Yunus geçitlerini teknelerle tutup ağ gerdiler, yunusları korkutup onları koylara sürdüler. Sığda ağın ağzını kapatıp hapsettiler. Ağın içinde uzun demir çivilerle atlayan adamlar yunusları kafalarından tek tek söndürdüler. Yunusları kendi kanlarında boğdular. Bazen günlerce kızıl hale içinde kalıyordu Köstence.”

O bildik kokuyu aldınız mı? 

Bildiğiniz, tanık olduğunuz, tarih kitaplarının yazdığı ya da tahmin edeceğiniz üzere bu av Eczacı Süleymanlara yetmez. Gözünü para bürümüş, güç bürümüş Süleymanlara dünyayı verseniz doymazlar.  Elbet dünya Sultan Süleymanlara da kalmaz.

Ahmet Büke’nin anlatımı çağıldıyor, kimi kez usul usul işliyor iliklerinize, kimi kez derya boran gibi sizi oradan oraya çarpıyor, sersemletiyor. Sözcükleri alıp koynunuza saklayasınız geliyor kıskançlıkla. İşte, dedirtiyor, toplumcu edebiyat nasıl olurmuş görün, çoğaltıyor, güç veriyor, umut damıtıyor. 

Demiştim, bir daha diyeyim. Eve, yuvaya kavuşma özlemi “Deli İbram Divanı” aynı zamanda. Şimdilerde depremzede dostlarımız saçıldı memleketin dört bir yanına. Pek çoğunda sılaya dönmek ateşi yanıyor. Eve özlem, memlekete özlem kayıplarla derinleşiyor, keskinleşiyor ama bana serçeleri de hatırlatıyorlar. 

Ahmet Büke şöyle demiş:

“Anası olaydı şimdi yanında, ah o kuşbaz anası, serçelerin huylarını bıkmadan anlatırdı. Akıllı serçe boş kırlangıç yuvasını kaparmış. Göçücü değildir onlar. Kalıcılara özgü yorgunluk akar tüylerinden. Hani insan akşama, yorgun argın, yolları ezbere geçerek evine gelir ya, kapıyı açtığında o bildik koku sarar, kucaklar. İşte serçeler de öyle aynı evin kokusunu taşırlar. Serçe kendi duvarına konar, ağacını bilir. Doğduğu yerde ölenlerin çelebi yalnızlığını yuvasına taşır gün battığında. Bu kadar zayıf, narin, ürkek, tek lokmalık eti olan canın yazın sıcağına, kurağına; kışın tufanına, açlığına nasıl göğüs gerdiğine insan akıl erdiremez. İnat serçenin içindeki ateştir. Yaşamak inadı.”

Ne güzel demiş. 

“Deli İbram Divanı” okunsun. Yaşamak inadını büyütmek için, böyle yazılır toplumcu roman dedirtmek için, okuyunuz, okutunuz. 

Hamiş: Geçen hafta Karacaoğlan’ın “Üryan Geldim Gene Üryan Giderim” dizelerini hatırlamış Ahmet Aslan’ın yorumundan dinlemiştik. Bu hafta da bir arkadaşımın hatırlattığı üzere Cem Karaca yorumundan dinlemeye ne dersiniz?