'Erdoğan’ın ve AKP'nin en büyük başarısı da 14 Mayıs günü gitse bile kendisine benzeyen bir muhalefet yaratması olacaktır, 14 Mayıs günü 'eski AKP' iş başına gelecektir.'

'Yeter! Söz milletindir': Bir slogan neyi anlatır?

İslamcı cenahtan gelen CHP milletvekillerinden Mehmet Bekaroğlu geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yaptığı bir paylaşımda seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacak olmasına atıfla şöyle diyordu:

"73 yıl önce rahmetli Menderes tek parti faşizmine karşı 'Yeter söz milletindir' demişti. Tarih tekerrürdür. Biz de 73 yıl sonra iki partinin kurmakta olduğu faşizme karşı 'Yeter söz milletindir' diyoruz. AKP-MHP faşizmi bu sloganı kime karşı kullanacak, birbirlerine mi?"

Bekaroğlu gelen tepkiler üzerine paylaşımını silmek zorunda kaldı ama hangi partinin milletvekili olduğunu ve kime faşist dediğini dahi umursamayarak yazdıkları Türk sağının ve İslamcılığın Türkiye tarihine bakışını göstermesi bakımından önemliydi.

Bu bakış açısına göre Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, oradan da Cumhuriyet’e uzanan süreçte milletin değerlerine yabancılaşmış olan bir grup elit önce Osmanlı’da sonra da Türkiye’de milleti değerlerinden kopartmaya çalışmış, 14 Mayıs 1950’de ise millet yüz yılı aşkın zamandır devam eden gidişata “dur” demiştir.

Demokrat Parti’nin o ünlü sloganı da tam olarak bu iddianın üzerine kurulmuştur. Bu slogan o tarihe kadar milletin sustuğunu, millet adına konuşanların ise aslında milletin değerlerine düşman olduklarını ve artık milletin konuşacağını söyler.

Peki bu slogandaki ve söylemdeki “millet” neye işaret etmektedir, bir kolektif kimlik olarak millet kimlerden oluşur?

Burada millet esas olarak Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin ama özellikle erken Cumhuriyet’in inşa etmeye çalıştığı ve seküler karakteri haiz kolektif kimlik anlayışından farklı olarak dini bir karakter taşır, yani mütedeyyin halk kitlelerine işaret eder. Dolayısıyla millet adlı kolektif kimliğin kurucu unsuru, 1923 paradigmasından farklı olarak esas itibariyle dindir.

O tarihten bugüne Türk sağı ama özel olarak İslamcılık kendi anlatısını “vesayetçi elitler-millet” ikiliği üzerine kurmuş, kendisini “milletin ve milli iradenin sesi” olarak sunmuş, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini ve Türkiye ilericiliğini de bunun üzerinden düşmanlaştırmıştır.

Türkiye tarihini sınıflar mücadelesi, sermaye birikim süreçleri, emperyalizmle ilişkiler vs. üzerinden değil, elitler-millet, merkez-çevre, devlet-toplum gibi metafizik ikilikler üzerinden okuyan bu sağ yaklaşım sadece siyasette değil akademide ve düşünce dünyasında da kendisine genişçe bir yer bulmuştur.

Öyle ki daha düne kadar AKP iktidarı akademide ve düşünce dünyasında milletin çıkarlarının temsilcisi olan, elitlerle, vesayetçilerle, ceberut devletle mücadele eden, demokrasiyi savunan bir parti olarak görülebilmiş ve desteklenebilmiştir. Türk sağı hegemonyasını bu sayede kurmuştur.

Peki ya bugün gelinen nokta?

Evet AKP’nin ne olduğu geniş kesimlerce görülmüştür ama Türkiye tarihine yönelik bu okuma biçiminin sapasağlam yerinde durduğu görülebilmektedir. AKP, 20 yıllık iktidarı boyunca bu okuma biçimini bir hakikat olarak düzen muhalefetine de kabul ettirmiş, muhalefet AKP’yle ancak AKP’nin diliyle mücadele edilebileceğine kendini ve toplumu inandırmıştır.

AKP’nin seçim tarihini 14 Mayıs olarak belirlemesinin ardından Demokrat Parti’nin “Yeter! Söz milletindir” sloganına böylesine kolaylıkla sahip çıkılabilmesinin nedeni de tam olarak budur. Artık muhalefet de “millet” denildiğinde seküler bir kolektif kimliği değil merkezinde dinin bulunduğu bir kimliği görmekte ve söylemini de pratiğini de bunun üzerine kurmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun Konya’da “dedesinin” türbesini ziyaret ettiği, peygamber soyundan geldiğini öne sürdüğü, Nakşi Özal referanslı ve iftar saati müzikli propaganda videosu seslenilen ve oyuna talip olunan “millet”in kim olduğunu çok net bir şekilde göstermektedir.

Yok eğer bu yetmiyorsa Millet İttifakı’nın -ki ittifakın adı sağa referansla bilerek böyle seçilmiştir- ortak mutabakat metnine daha yakından bakmak faydalı olacaktır.

Metin AKP rejimini ve o rejimin inşa ettiği devlet mimarisini çözündürmeyi ve dönüştürmeyi hedeflemektedir ama rejimin ideolojik referanslarına neredeyse hiç dokunmamaktadır. Asgari düzeyde ve üstü örtük bir şekilde bile olsa laiklikten söz edilmemekte, normalleştirici bir sekülerleştirme programı bile metinde yer almamaktadır.

Örneğin son derece sembolik bir nitelik taşıyan İstanbul sözleşmesine geri dönüleceği açık bir hüküm olarak yazılamamıştır. Kapatılmasını geçtim, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gündelik politik tartışmaların dışına çıkarılacağına dair bile bir ibare yoktur. Tarikat ve cemaatlerin devlet içerisindeki örgütlenmelerinin engelleneceği dahi söylenememiştir. İmam-Hatip okullarından, kesintisiz eğitime dönüşten, eğitim müfredatında değişlik yapılacağından, zorunlu din derslerinin kaldırılacağından, değerler eğitimi adı altında verilen derslerin içeriğinin değiştirileceğinden vs. tek kelimeyle dahi söz edilmemektedir.

Dolayısıyla metin sesleneceği kolektif kimliği Türk sağının ve İslamcılığın tanımladığı biçimiyle “millet” olarak ele almış, onun “değerlerini” ve hassasiyetleri”ni gözetmiş, vaatlerini de ona göre sıralamıştır. Ortada bir “uzlaşma” vardır doğrudur ama o “uzlaşma” için taviz veren taraf Milli Görüş de İYİP de AKP’nin içinden çıkan partiler de değildir. Taviz veren taraf kendi partisine ve kurucu liderlerine “faşist” diyebilen İslamcı milletvekillerini dahi görmezden gelebilecek ölçüde tarih bilincini yitirmiş olan ve aynısını seçmenine de yapan CHP’dir. Dolayısıyla masanın kazananı da eninde sonunda Türk sağı ve İslamcılık olmaktadır.

İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın görevden ayrıldıktan yıllar sonra “en büyük başarınız nedir” sorusuna “İşçi Partisi’dir” cevabını verdiği çokça yazılıp çizilmiştir. Sahiden de Thatcher İngiltere’yi neoliberal talana açmakla kalmamış, İşçi Partisi’ni de bu talanı savunur, program olarak benimser hale getirmiştir. Erdoğan’ın ve AKP’nin en büyük başarısı da 14 Mayıs günü gitse bile kendisine benzeyen bir muhalefet yaratması olacaktır, 14 Mayıs günü “eski AKP” iş başına gelecektir.

Bugün toplumun önemlice bir bölümü yaşadığı yorgunluk ve çaresizlik nedeniyle muhalefetin açıkladığı ortak metnin ruhunu teşkil eden restorasyon programına ikna edilmiştir ama ortaya çıkacak şey bu köşede yıllardır yazdığımız üzere “AKP’siz AKP rejimi”nden başka bir şey olmayacaktır. Velhasıl, AKP iktidarından sonra Türkiye’yi AKP’siz AKP rejimiyle mücadele beklemektedir.