''Milli güvenlik dedikleri şey eninde sonunda Suriye’de de burada da emperyalizmin, dinci gericiliğin ve piyasacılığın güvenliğidir.''

Türkiye’den Suriye’ye karşı-devrimin milli güvenliği

Şam’ın cihatçılar tarafından işgal edildiği gün, yani 8 Aralık’ta, son on yılını “milli güvenlik” demagojisiyle iktidara koltuk değnekliğiyle geçirmiş Doğu Perinçek hakkında “devletimizin genel milli güvenlik politikasına aykırı hareket ettiği” gerekçesiyle soruşturma başlatıldığı haberleri düştü ajanslara. 

İstanbul “Cumhuriyet” Başsavcılığı’ndan yapılan açıklamaya göre Perinçek katıldığı bir televizyon programında Özgür Suriye Ordusu adlı yapılanmadan “terör örgütü” olarak söz etmiş ve “Beşar Esad rejimini övücü” sözler söylemişti. 

İktidar bu soruşturmayla Perinçek üzerinden Suriye’deki yeni duruma dair hızlıca bir pozisyon alıyor ve Suriye’ye dair söylenebileceklerin sınırını çiziyor, aktörlerin nasıl adlandırılıp, nitelendirileceğine dair bir söylemsel müdahalede bulunuyordu. Zaten çok geçmeden yandaş medyada aralarında benim de yer aldığım ve Suriye’de yaşananlara başka bir yerden bakmaya çalışan bir grup insan için “Baasçılar yargılansın” kampanyası başlatılacak, hatta İran ve Rusya ajanı olduğumuza dair zırvalar dolaşıma sokulacaktı. 

Tüm bunlar olurken BM’nin, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin ve bizzat Türkiye’nin terör örgütü listesinde yer alan HTŞ’den ve başını çektiği gruplardan “muhalifler” diye söz ediliyor, “ılımlı cihatçılık” diye bir kavram uyduruluyor ve IŞİD kökenli Culani, liberallerin büyük katkısıyla emperyalizmin yeni prensi olarak cilalanıp parlatılıyor, Suriye’ye akbaba gibi dadanan bütün aktörler Culani’yle görüşebilmek için sıraya geçiyordu.  

Tüm bunlar yaşanırken “milli güvenlik” temalı bir haber daha düştü ajanslara. Cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanan bir kararnameyle metal sektöründe çalışan binlerce işçinin başlatacağı grev daha başlamadan “milli güvenliğe aykırı” denilerek yasaklandı. Aslında bu yasak kararı şaşırtıcı değildi; çünkü AKP döneminde grev yasağı rutinleşerek 196 bin 940 işçi için grev yasağı getirilirken bunlardan 151 bin 130’u metal sektöründe çalışan işçiler için söz konusu olmuştu, yani grev yasağı en çok sanayinin merkezinde duran metal sektörü için geçerliydi.

Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Suriye’de olan bitene dair söyleneceklerin hangisinin serbest hangisinin yasak olduğundan işçilere getirilen grev yasağına uzanan bir yol var; o yol ise “milli güvenlik” kavramıyla açılıyor, onunla düzleniyor, HTŞ övgüsüyle grev yasağı o yolda birlikte ve pürüzsüzce ilerlesin isteniyor. Milli güvenlik, dünden bugüne dış politikadan iç politikaya doğru uzanan ve hem siyaseti hem de toplumu dizayn etmek için kullanılan bir araç. Bu araç bugünün konjonktüründe dincilikle piyasacılığı birbirine lehimliyor ve sermaye düzeninin çıkarları ekseninde bir araya getiriyor, birleştiriyor. 

Suriye’ye emperyalist müdahale sadece ABD/Batı ekseninin Rusya ve İran’ı geriletme niyetiyle açıklanamaz; bu kesin ama bir de Suriye’yi küresel pazara, küresel piyasaya emperyalizmin istediği gibi eklemleme niyeti var. Evet, Suriye hiçbir zaman sosyalist bir ülke olmadı ama son yıllara kadar emperyalist bağımlılık ilişkilerinden görece uzak durmayı da görece kamucu-halkçı bir ekonomik modelini devam ettirmeyi de başardı. 

Peki ya şimdi? Şimdi ise cihatçılar eliyle piyasacılığın sınırsız talanına açılıyor. Ülkenin en büyük patronlarından Şam Ticaret Odaları Başkanı Bassel Hamwi’nin açıklamasına göre yeni rejimin ekonomi modeli “rekabete dayalı bir serbest piyasa sistemi” olacak. Şu an Hobbes’un Leviathan’da anlattığı “doğa durumu”na benzer bir tür kaotik ortamın içerisinde bulunan yeni Suriye’ye bu “piyasa anarşisi” çok yakışacak elbette ama şunu kolaylıkla söyleyebiliriz ki dincilikle piyasacılığın ölümcül sentezi hüküm sürdükçe Suriye bir daha öyle kolay kolay belini doğrultamayacak. 

Suriye’den buraya, buradan oraya uzanan yollar var. Türkiye piyasacılığın talanına 24 Ocak Kararları’yla ve 12 Eylül darbesiyle açılmıştı, buna ise Türk-İslam sentezi eşlik etmişti. Demek ki bir tür tez olarak yazabiliriz: Türkiye’nin düzeni ne zaman emperyalizmle daha derin bir entegrasyon hamlesi yapıp ne zaman piyasacılığa yönelse ona hep dinci gericilik eşlik ediyor. Karşı-devrim bu tarihsel uğraklarda kendine yol açıyor ve derinleşiyor. 

1946’da emperyalist iş bölümüne uygun bir şekilde sanayileşmeden, kalkınmadan ve devletçilikten vazgeçilirken imam-hatiplerle Kuran kurslarının açılması ve müfredata din derslerinin eklenmesi tesadüf değildi. 12 Eylül’de Özal’ın 24 Ocak Kararları’na Aydınlar Ocağı’nın Türk-İslam sentezinin eşlik etmesi tesadüf değildi. Ve bugün neredeyse tüm kamu varlıklarını özelleştiren İslamcı iktidarın sayısız grevi ve son olarak metal işçilerinin grevini yasaklaması bir tesadüf değil. 

O halde bir tez daha yazabiliriz: Bu iktidar, Suriye’nin yıkımı projesine ortak olurken oraya Müslüman Kardeşler ve bilumum cihatçı grup üzerinden sadece dincilik ihraç etmedi; dinci gericilikle piyasacılığın ölümcül sentezini de ihraç etti. Ve şimdi piyasa anarşisine açılmış doğa durumundaki Suriye’de ellerini ovuşturarak “müteahhit emperyalizmi”nin alacağı ihalelerin hesabını ve Türk şirketlerin Suriye pazarına nasıl gireceğini hesaplıyor, buna uygun planlar yapıyor. 

Ve bunu izleyen tezi yazalım: Milli güvenlik dedikleri şey eninde sonunda Suriye’de de burada da emperyalizmin, dinci gericiliğin ve piyasacılığın güvenliğidir. Suriye’nin yıkımı sadece İsrail’in değil bütün bir emperyalist bloğun güvenliğidir, HTŞ’nin iktidarı alışı cihadizmin kendisini devlet statüsüne kavuşturmasıdır, yeni rejim Suriye’nin küresel neoliberal talana kurban edilmesidir. 

Buna Türkiye’yi, grev yasağı getirilen şirketlerin hemen hepsinin küresel firmalar olduğunu, yasaktan metal sektörünün patron örgütü MESS’in duyduğu memnuniyeti, yasaklayan iktidarın İslamcı karakterini ve 22 yıldır sermayenin ajandasıyla hareket ettiğini ekleyin, tablo tamamlanacaktır: Milli güvenlik, sermaye düzeninin ve sermaye sınıfının güvenliğinden başka bir şey değildir. 

Türkiye bir karşı-devrim sürecinden geçiyor. İnsanlığın tarihsel kazanımlarının hepsinin tedrici bir şekilde ortadan kaldırılmak istendiği, yurttaşlığın yerini tebaanın, laikliğin yerini dinselliğin, cumhuriyetin yerini sarayın, dünyevi iktidarın yerini uhrevi iktidarın aldığı, mezhepçiliğin damgasını vurduğu, devletin tarikat ve cemaatler arasında pay edildiği, mafya ve çetelerin saltanat sürdüğü, çürüme ve yozlaşmanın toplumsal yaşayışın kılcal damarlarına kadar sızdığı bir dekadans, bir çözülüş dönemindeyiz. 

Karşı-devrim paranın saltanatı adına insanı insan olmaktan çıkarıp böcekleştirmeye çalışıyor; ortaçağda olduğu gibi ona güya güvenlik vaat edip mutlak sömürüye razı olmasını, açlık sınırının altında yaşamasını, günümüz engizisyonuna ses çıkarmamasını istiyor ve maalesef bunda hayli yol almış durumda. 

Türkiye’nin bu karşı-devrim sürecine meydan okuyacak bir devrimci iradeye ihtiyacı var. Türkiye’nin milli güvenlik adı altında sermaye düzeninin güvenliğinin tesis edilmesine karşı halkın kendini gerçekten güvende hissedeceği bir ülkenin nasıl kurulacağını gösterecek bir devrimci iradeye ihtiyacı var. Türkiye’nin dinci gericilikle piyasacılığın milli güvenlik adı altında ölümcül bir sentezle çürütülüp Suriyeleştirilmesine “buradayız” diyerek karşı çıkacak bir devrimci iradeye ihtiyacı var. 

Devrimin iradesi yoksa karşı-devrimin iradesi hükmünü icra etmeye devam edecek; devrim bir irade olarak ete kemiğe büründüğünde ise o zaman yeni şeyler konuşmaya, yeni şarkılar söylemeye başlayacağız.