"Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor."

Neşe ile Hüzün

Yazmak yalnız yapılan bir etkinlik… Yazarken yalnız oluruz, okurken de öyle. Şimdilerde ise film platformlarında film ya da dizi izlerken de yalnız olmayı tercih ediyoruz. Bu durum tuhaf değil, sonuncuyu dışarıda bırakırsak bu eylemlerin doğasında var ve insanın derin okuma yapması, yazması için kendi kendine kalması, yalnızlığına bürünmesi bir gereklilik. Ancak okuduklarımız, izlediklerimiz ve yazdıklarımızdan sonra izlenimlerimizi, hissettiklerimizi, çağrışımlarımızı kısaca değerlendirmelerimizi birileriyle paylaşmamak ise tüm bu etkinlikleri sakatlayan ve bizi körelten bir nitelik barındırıyor. 

Yapmadığımızda güzelim süreçler sekteye uğruyor, onlarla ilgili derin düşünmemizi kısıtlayan; yoğurmamızı, içkinleştirmemizi, bağlamlar oluşturmamızı, geçişlerin ve çağrışımların izinde “başkaları” ile farklı yollarda, patikalarda buluşmayı, gezinmeyi ve yeni yollar bulmayı, farklı lezzetler almayı engelliyor. Birlikte düşünme, birlikte söyleşme, birlikte eyleme pratikleri ortadan kalktıkça o sevmediğimiz sosyal medya cengâverliğine doğru ittiriliyoruz. 

Daha öfkeli, daha neşesiz, daha kavgacı, daha keskin ve daha sirke… Ama nihayetinde aslında daha hareketsiz, daha yalnız ve daha kendimizden uzaklaşmış ve yabancılaşmış. Hep söylediğim gibi eylemeyen, söylemeyen ama söylenen insanlar oluyoruz. 

Bir araya gelmenin canlandırıcılığı var. Öyle değerli ki… Bir araya gelmekten kastettiğim büyük teoriler, büyük hikâyeler, büyük “işler” için yan yana gelmekler değil. Şüphesiz kendine güvenen, niyeti ve becerisi olanı kimse tutmaz ama ben ön yargısız, angajmansız yalnızca paylaşmak, söyleşmek, bir arada olmaktan ve gerçek anlamda derin konuşmaktan söz ediyorum. Bir araya gelerek birlikte üstesinden geleceğimiz minik ve neşeli “işler” etrafında kendimizi çoğaltmaktan, paylaşmaktan yabaniliği, egoları, bencilliği bir yana bırakarak aslında kendimizi inşadan bahsediyorum. 

Size soru: Birileri ile gerçek anlamda konuşmayalı ne kadar zaman oldu? Örneğin okuduğunuz bir metinde sizi büyüleyen bir sözü, bir yargıyı, bir çağrışımı heyecanla birilerine aktarmanızın üzerinden ne kadar süre geçti? 

“… günümüzde de varlıklarını sürdüren ancak seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği iki temel gereksinim nedeniyle dinleri yarattığımızı anlıyoruz. Bu gereksinimlerin ilki çok derinlerde kök salmış bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar hâlinde, uyum içinde yaşama gereksinimi. İkincisi mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz karşısında kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi.”1

Tam da Botton’nun da dediği gibi topluluk ruhunu hissetmemiz gerekiyor. Sosyal varlıklarız. Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor. Motto şu: Ayrılın, yan yana gelmeyin, birbirinizden uzaklaşın!

Tam tersini yapmayı öneriyorum. Kulüpler kuralım, okuma grupları planlayalım, dikiş atölyesi düşünelim, tiyatro yapalım, Tematik konuşma odalarında buluşalım, evrenin devasalığı karşısında birlikte şaşalım. Ama bunları yabancılaşmadan, derinleşerek, kendimi katarak yapalım…

Kendimi bir bakıma şanslı hissediyorum. En azından okuduklarımı, hissettiklerimi yazabiliyor ve bunları sizlere taşıyabiliyorum. Hayali bir okur ile konuşuyor, onun orada heyecanla yazdıklarımı okuduğunu, bazen dudak bükerek bazen eleştirerek, bazen kaşlarını çatarak bazen de mutlulukla beni kendi yaşamına buyur ettiğini hayal ediyorum. Ama yine de diyorum ki etkileşim çok önemli. Göz göze, yüz yüze, kimi zaman karşıtlaşarak kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman anlayarak, kimi zaman dayanışarak inşa ettiğimiz alan ya da mekânlarda yan yana gelişler çok değerli. 

Yeri gelmişken kısacık söz edeyim. Anna Seghers’in “Balıkçıların İsyanı”nı okudum. Seghers’in erken döneminde yazdığı bir roman bu. Anlatının sadeliği, yalınlığı şaşırttı beni. Bu iyi bir şey mi? Kimi metinler için evet ancak bir isyan romanında, duygudan, heyecandan, alt metinlerden uzak bir kurgu açıkçası yavan ve tatsız geldi bana.  Şöyle başlıyor roman: “St Barbaralı balıkçıların isyanı, ayaklananların denize açılmalarıyla sona erdi. Sefer biraz gecikmişti ama koşullar yine eskisi gibiydi. Aslında isyan Hull, Port-Sebastian’a gönderilmeden Andreas da kayalıklardan kaçarken düşüp parçalanmadan sonuçlanmıştı.”2

Yazar bilinçli bir şekilde olacakları en başından anlatıyor. Okuyucu ise bu ipucundan (spoiler) sonra öyle bir akış bekliyor ki sonun baş olmasında bir sakınca olmasın. Yalnız olamıyor. Aynı tekdüze anlatım, aynı kanıksanmış, rutin, coşkusuz akış Seghers neden böyle yazdı ki acaba sorusunu sorduruyor. 

“Ne zamandır bu kadar insanın önünde konuşmamıştı. Önce söyledikleri yetersiz geldi kendine, koca bir kayaya, küçücük bir çekiçle vurulan darbeler gibiydi kelimeleri, silikti ama güçlendiler, salonda çınlamaya başladılar. Balıkçıların yüzlerinde öfke belirtileri göze batıyordu. Hull’ün ağzının içine bakıyorlardı. Tıpkı duydukları gibiydi Hull, bütün istediklerini, içlerinden geçirdiklerini dile getiriyordu.”

Peki, isyan neye dairdi, balıkçılar ne istiyordu, Hull ne konuştu ve kimin adına, ne için? Tüm bunların yanıtları romanda yok. Yalnızca korkunç bir yoksulluk ve haksızlık olduğunu betimlemelerden görüyor ve hissediyorsunuz. Lukacs’la mektuplaşmalarında Lukacs’ın anlattığı Seghers’in gelecekten kuşkulu olması, Marksist bir çizgiye sadık kalmakla beraber “kalıplaşmış bir gerçekçilik” yerine onun da, Brecht gibi araştırmayı önermesi. Alın size çorabın ucu, isteyen takip etsin. 

Ancak balıkçıların isyanı konusu olunca edebiyatımızda ilk basımı 2021 olan Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı”nı anımsamamak olmaz. Nasıl dolu dolu, olgun yemişler gibi lezzetli, heyecanlı, derinlikli ve sarsıcı bir roman Büke’ninki. Pek bir gururlandım açıkçası iki romanı karşılaştırıp bizimkinin misliyle iyiliğini,  güzelliğini, derinliğini, usta işi olmasını görünce bir kez daha ne güzel yazmış Ahmet Büke dedim. Konuyla ilgili geçmiş iki yazımı şuraya koyuyorum.3 İşte bunları konuşmalıyız örneğin.

Bazen yazarken yoruluyorum ve çok uzun oldu diyorum oysa ilmeklenecek, örülecek ne çok başlık ve ne çok bağlam var daha. O zaman henüz okuduğum ve iştahla sizinle de paylaşmayı istediğim bir romanın sonu ile bitireyim yazıyı. Sevgili Özkan Öztaş ve Yusuf Şaylan’ın “Sahaflar Çarşısı”ndan okuyup hadi bakalım diyerek Alexandra Kollontai’ın “İşçi Arıların Aşkı”4nı okumamla gelen güzellik bu. 

Yaşamak ve çalışmak!
Yaşamak ve savaşmak.
Yaşamak ve hayatı sevmek.
Leylak dalındaki anlar gibi!
Bahçe ağaçlarındaki kuşlar gibi!
Çayırdaki cırcırböcekleri gibi!...