Halkın refahının yükseltilmesi için üretim devletleştirilmeli; öte yandan devletin niyetinin bu olması için ise devlet, halkın devletine dönüştürülmeli.
Çok genel bir yanılgı, liberallerin “devlet karşıtı” olduğudur. Öyle olsaydı, neoliberalizmin emperyalist ülkelerde iktidara geldiği 1970’lerin son yıllarından itibaren, gerçekten söyledikleri gibi “devleti küçültmeleri” gerekirdi. Ama veriler, kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde devletin gelir ve harcamalarının ekonomideki payının bu tarihlerden itibaren azalmadığını, aksine arttığını gösteriyor.1
Liberaller genel anlamda devlet küçülsün falan istemiyor; yalnızca devletin özel sermayeye rakip olacak biçimde, sermaye tarafından da üretilebilen, bilhassa da yurttaşların ihtiyaçlarını sağlayacak nihai mal ve hizmetleri üretmesine karşılar. Çünkü bu durumda devlet sermayeye rakip olur ve sermayeden farklı biçimde devlet, kâr etmek zorunda değildir. Dolayısıyla devlet, bazı mal ve hizmetleri satmak için (yani birer meta olarak) değil halka bedelsiz sunmak için de üretebilir ki, liberaller en çok buna karşıdır.
Tabii liberaller bu karşıtlıklarını açık sözlülükle “devlet üretmesin de sermaye daha fahiş fiyatlara satıp yüksek kâr edebilsin” diye gerekçelendirmez. Onun yerine, her malın kendi arzı ve talebinden oluşan müstakil bir piyasasının bulunduğu, hayali bir “serbest rekabet dünyası” uydururlar. Bu dünyada satıcılar mallarının fiyatını maliyete göre belirler, alıcıların talebi de ihtiyaçlarına değil fiyata bağlıdır. Bu modele dayanarak, malların daha ucuza satılması için maliyetlerin (yani ücretlerin) düşmesi gerektiğini öne sürer, devletin kâr etmeden ucuza mal satmasının özel sermayeyi iflasa sürükleyeceğini, ayrıca bu ucuzluğun talebi “gereksiz” düzeye yükselteceğini, bunun sonucunda devletin hem arzı yok edip hem talebi körükleyerek kıtlık yaratacağını savunurlar. Böylelikle fiyatların yüksek olmasının temel sebeplerinden birinin şirket kârları olduğunu, devletçi bir ekonomide fiyatların ücretlere göre kesinlikle daha düşük olacağı gerçeğini kamufle ederler.
Bu yüzden liberal düşünce mutlaka özelleştirmecidir ve devletin üretime yönelik yatırımlardan genel olarak uzak durmasını, bir takım kamu yatırımları yapacaksa da bunların yalnızca sermayenin daha fazla meta satabilmesini sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesini talep ederler. Örneğin demiryolları söz konusu olduğunda, liberallere göre devlet muazzam bir maliyet kalemi olan ray döşeme ve bakım işini halletmeli, trenleri ise özel sermaye işletmelidir.
***
Türkiye’de liberallerin elinde sınıf karakteri apaçık hale gelen devletin, halkın çıkarlarına nasıl aykırı bir maliye politikası yürüttüğünü geçtiğimiz hafta bu köşede tartışmıştık. Halihazırda ülkeyi yönetmekte olan siyasi iktidarın sermayenin çıkarlarını halkın yararına frenleme gibi bir niyeti olmadığı açık. Öte yandan, özelleştirmeler sonucunda devlet mal ve hizmet üretme olanaklarını büyük ölçüde kaybettiği, dev kamu işletmeleri yok pahasına özel sektöre devredildiği için; devlet artık, böyle bir niyeti olsa dahi, bu niyete uygun politikalar uygulamak için gereken araçlara sahip değil.
Komünistler bu yüzden “devletleştirme şart” diyor.
Liberallerin bir diğer efsanesi, fiyatların ücretleri takip ettiği, ücretler yükseldiği için fiyatların yükseldiğidir (efsanenin teorideki adı “ücret-fiyat sarmalı”). Bunun olmasını mümkün kılacak tek durum, işçi sınıfının toplu sözleşme süreçlerinde gerçek (yani enflasyon oranından yüksek) ücret artışlarını sermaye sınıfına dayatabilecek derecede örgütlü olmasıdır. Neoliberalizmin 1970’lerin ikinci yarısı itibariyle kazandığı zafer, Türkiye gibi ülkelerde askeri darbelere de başvurarak, bu örgütlülüğü ortadan kaldırmıştır. Günümüzde, dünyanın her yerinde, işçi ücretleri enflasyonu geriden takip etmekte, işçiler sürekli kaybetmekte ve kaybettiklerini geri kazanmaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda, günümüzde enflasyonun başlıca nedeni sermayenin tekelleşme düzeyidir. Tekelleşen sermaye grupları, artık hiç de “serbest rekabete” dayalı olmayan piyasalara kendi ürettikleri metaları yüksek fiyattan dayatabilmektedir. Dolayısıyla tekelleşme, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetlerin üretiminde olduğunda insanlar bu harcamalardan kaçınamayacakları için, üretim süreçlerinde vazgeçilmez nitelikte olan enerji gibi sektörlerde olduğunda ise tüm diğer mal ve hizmetlerin üretiminde maliyet artışı yarattığı için hem enflasyonu yükseltmekte hem de daha fazla hane halkı borçlanması gibi ek sonuçlar doğurmaktadır.
Liberallere sorarsanız tekelleşme kötü bir durumdur, ama hemen ardından en kötü tekelin yine de devlet tekeli olduğunu söyleyeceklerdir. Oysa tekelleşme, iyi ya da kötü olarak görülmesinden bağımsız, kapitalizmin doğal bir eğilimidir. Rekabette başarılı olanlar güçlenir, piyasayı kontrol etmeye başlar ve bu sayede daha da başarılı olup daha da güçlenirler.
Bu yüzden tekel karşıtı yasalar ya da rekabeti koruma kurulları yoluyla tekelleşmeyi sınırlandırmaya çalışmak ve benzeri “çözümlerin” hepsi hem geçicidir, hem tekeller devleti de kontrol eder hale geldikleri için, bir yerden sonra abestir. Tekelleşmiş şirketlerin piyasaya kendi yararlarına ve halkın zararına yaptıkları müdahaleyi devlet ancak piyasaya hâkim olarak engelleyebilir. Bunun için de devlet doğrudan doğruya üretici olmalıdır. Yani özel tekellerin yarattığı sorunların tek çözümü devlet tekelidir.
Örneğin Tüpraş 2006 yılında özelleştirilmemiş olsaydı ve Koç’un değil de halen devletin elinde olsaydı, 2022 yılında pandemiden çıkış sürecinde aynı anda hem dünya çapında petrol fiyatları hem Türkiye’de dolar kuru yükselirken yüzde 1000’den fazla kâr etmek yerine yükselen enflasyonun önemli kaynaklarından biri olan akaryakıt fiyatlarını baskılayabilirdi.2
Bu nedenle az önce bahsettiğimiz iki sektör grubunda, yani halkın temel ihtiyaç nesnelerinin üretildiği sektörlerde ve üretim maliyetlerini belirleyen başlıca malları üreten sektörlerde kapsamlı bir devletleştirme yapılmalı, özel tekeller devlet tekellerine dönüştürülmelidir.
***
Ayrıca özel sektörün kâr etme zorunluluğu başka felaketler de yaratıyor.
Örneğin Yenidoğan Çetesi vakasında gördüğümüz vahşet, doğrudan doğruya söz konusu hastanelerin özel hastane olmasından kaynaklandı. Eğer Türkiye’de sağlık sektörü devletleştirilmiş ve özel sermaye faaliyetlerine kapalı olsaydı, boş duran yenidoğan yoğun bakım üniteleri kimse tarafından bir kâr fırsatı olarak görülemeyecek ve böyle bir suç da işlenemeyecekti. Bu vakada ölenler bebek olduğu için infial de büyük oldu, ama özel hastanelerde sistematik olarak hasta yararı değil hastanenin kârı gözetiliyor ve sağlık derdiyle bu kurumlara giden her yurttaş bir yandan da “hangi gereksiz tahlil ya da tedaviye kazıklanacağım” derdiyle boğuşuyor.
Ya da, en tehlikeli iş kollarından biri olan madencilik alanı sadece devlet kontrolünde olsa, kârlılık amacıyla güvenlik harcamaları eksik bırakılmayacak ve Soma’da 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan kitle katliamı yaşanmayacaktı. Bugün Çayırhan’da işçiler özelleştirmeye, iş güvencesi gibi kaygıların yanı sıra, bu gerçeği bildiği için direniyor.
Komünistler bu yüzden de “devletleştirme şart” diyor. Özel sektör sadece pahalıya satmıyor, aynı zamanda öldürüyor.
***
Öte yandan, bugün Türkiye’de devletin elinde olan işletmeler de piyasacı AKP tarafından halkın çıkarları doğrultusunda işletilmiyor. Örneğin son dönemde fahiş fiyatların en fazla tartışıldığı GSM operatörlüğü sektörü, yukarıda tartıştığımız çerçevede Türkiye’nin en tekelleşmiş sektörlerinden biri. Neredeyse tüm aboneler üç şirket arasında paylaşılmış durumda. Öte yandan, bu üç şirketten ikisinin hâkim ortağı Türkiye Varlık Fonu, doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı. Ama devlet, bu şirketleri halkın en temel ihtiyaçlarından birini karşılayan bir kamu kuruluşu olarak değil, herhangi bir özel sermaye şirketi gibi, kâr maksimizasyonu doğrultusunda yönetiyor. Bu yüzden Türkiye’de haberleşme çok pahalı.
Devlet aynı zamanda, özel sektöre para kazandırmak için kamusal hizmetleri bilinçli biçimde niteliksizleştiriyor. Bunu en belirgin biçimde eğitim sektöründe görüyoruz. İktidarın İslamcı ve piyasacı karakterleri birbiriyle belki de en fazla burada uyum içerisinde çalışıyor. Devlet okullarına ayrılan kaynaktan imam hatipler öğrenci sayısıyla açıklanamayacak bir pay alıyor, geri kalan devlet okullarında tuvaletlerde sabun dahi bulunmuyor. Bunun sonucunda sadece laik duyarlılığı olanlar değil, parası olan herkes çocuğunu özel okullara yazdırıyor.
Komünistler bu yüzden sadece “devletleştirme şart” demiyor, “ama yetmez” diye ekliyor. Halkın refahının yükseltilmesine yönelik devlet politikalarının geliştirilebilmesi ve uygulanabilmesi için üretim devletleştirilmeli; öte yandan devletin niyetinin bu olması için ise devlet, halkın devletine dönüştürülmeli.
Onun için de devrim şart.
- 1. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya için devlet gelirlerinin GSYİH’ye oranı: https://www.imf.org/external/datamapper/rev@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU; devlet harcamalarının GSYİH’ye oranı: https://www.imf.org/external/datamapper/exp@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU. Haritanın altındaki ikinci grafikte tarihsel hareketi görebilirsiniz. Dilerseniz bu grafiğin sağındaki listeden istediğini ülkeleri grafiğe ekleyebilir ya da çıkartabilirsiniz.
- 2. https://haber.sol.org.tr/haber/akaryakit-zamlari-tuprasa-yaradi-kari-10…