"Narin’in annesi, babası, dedesi, nenesi ve daha önceki kuşak Cumhuriyet aydınlanmasını kırsala, köye, köy çocuklarına taşıyan Köy Enstitüleri ile buluşsalardı ne olurdu?"

Narin ve Köy Enstitüleri

Çocuklardan bir çocuk, 8 yaşında bir kız çocuğu olan Narin’in kayboluşu ve ertesinde yaşananlar bu ülkenin iyi, dürüst, vicdanlı ve onurlu insanları için ağır geldi. Çaresizlik içerisinde keder ve öfke ile bir kez daha bu karanlık sistemin yuttuğu minicik beden karşısında bocaladık. Elimiz ayağımız boşandı. Yapabileceklerimiz, yapamayacaklarımızın bunaltısına karıştı. Narin sembolleşti. Öldürülen, kaybedilen bütün çocukların çığlığını kattı sesine Narin… Fotoğraflarında neşe dolu bir çocuk görüyoruz, eminim bir an önce büyümek istiyordur o da yaşıtı diğer bütün çocuklar gibi. Oyun oynamayı, okula gitmeyi, arkadaşlarıyla şakalaşmayı seviyordur mutlaka. 

İşte Narin’e dair o haber şöyle başlamıştı: 

“Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe Mahallesi’ndeki evinden Kuran kursuna gitmek üzere çıkan Narin’den 21 Ağustos’tan sonra tam 19 gün haber alınamadı.” 

Başka kayıp çocuk vakaları gibi suskunlukla geçiştirilememesi, sümen altı edilememesinde duyarlı kamuoyunun etkisi büyük. Bugün 25. gün ve ne karanlıklar, ne oyunlar, ne aymazlıklar ve ne utanmazlıklar gördük ve duyduk. Bunlar çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Tekrarlamayayım.

Ancak kayıp duygusu, ellerimizden akıp giden hayatların omuzlarımıza yüklediği bu ağır yük altında ezilirken ve Narin’in pırıl pırıl bakışlarında köy enstitülerini düşündüm. Egemenlerin “kutsal aile” söylemlerinin nasıl da kadınları ve çocukları ezdiğini, cemaat-tarikat-sermaye ablukasına alınmış bir toplumun nasıl da içten içe çürüdüğünü, kendi kendini zehirlediğini bir kez daha idrak ettim. 

Narin’in pırıl pırıl bakışlarından süzülen yaşama sevinci başka bir hayata kapı aralayabilir miydi? 

Hayal edelim. 

İçinde bulunduğumuz zamanı, mekânı, maruz kaldığımız bu saçma ve çıldırmış düzeni unutarak hayal edelim. 

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını hatırlayalım. Oraya doğru bakalım. Narin’in annesi, babası, dedesi, nenesi ve daha önceki kuşak Cumhuriyet aydınlanmasını kırsala, köye, köy çocuklarına taşıyan Köy Enstitüleri ile buluşsalardı ne olurdu? 

“1944-1954 yılları arasında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde on yıl hizmet veren Dicle Köy Enstitüsü, bu süre zarfında başta Diyarbakır olmak üzere, bölge vilayetlerindeki köy çocuklarına eğitim hizmeti vermiştir.”

Baktım haritadan, Ergani ile Bağlar arası 71,4 km imiş. Altı üstü bir saatlik yol anlayacağınız.

Enstitüler 1940 yılında açılır, başta on dört yerde kurulan enstitüler 1954’e değin yirmi bire çıkar. Buralardan yirmi binin üzerinde öğretmen ve sağlık memuru yetiştirilir. Köy çocuklarına, öğrencilere kazandırılan beceriler arasında bisiklet ve motosiklet kullanma, mandolin ve ağız armoniği, flüt gibi bir müzik aleti çalma, yerel ve ulusal halk oyunlarını oynama, radyo ve gramofondan müzik parçaları dinleme yer alır, ayrıca yüzme, ata binme, dağa tırmanma, sandal, yelken, motorlu deniz araçları kullanma… 

Böyle uzar gider…

Enstitüler Cumhuriyet’in kuruluş ve yerleşme sürecini taçlandıracak bir eğitim modeli idi. Bir yandan da rejimi zorlayan başlıklarda halkla, kırsalla bağ kurmanın, yeni devletin gereksinimleri doğrultusunda yurttaşları ikna etmenin ve köklenmenin bir aracıydılar. Bu sistemsel ihtiyaç köy çocuklarının önünü açtı. Yolu enstitülerden geçen o çocuklar öyle güzel büyüdüler, öyle iyi, nitelikli, eşitlikçi ve beceri temelli bir eğitim aldılar ki Türkiye’nin 60’lardaki aydınlanmasında önemli paya sahip oldular. 

Göle maya enstitüler ile çalındı.  

Elbette geriye dönüp bakıldığında 1930’lı yıllar boyunca yoğunlaşan toprak reformu tartışmaları ile bunları hayata geçirmeye ve kırsaldaki yapısal ilişkileri dönüştürmeye dönük utangaçça hamleler başarılı olamadı. Bugüne uzanan ağalık sistemi; erkin toprak, siyaset ve para eliyle yerelliklerde yeniden üretilmesi baki kaldı. Mikro iktidar alanları ile büyük sisteme bağlanan yapı, kendi ağalarını üretti, kirli ilişkiler, karanlık oyunlar altında ezilen yazık ki yine “kimsesi” olmayan halk oldu. 

Yazık ki “kimsesizlerin kimsesi olma” yolculuğu kesintiye uğradığında çocuklarımız bu cinnet hâlinin kaybedenleri oluyor, hayatlar sönüyor. 

Narin’in annesi, anneannesi, babası, dedesi bir yerlerde eşitlikçi, nitelikli ve bilimsel bir eğitim alsalardı örneğin, tarikat-cemaat cenderesi yerine kendilerini geliştirecek, kendilerini üretecek, özgür kararlarını verebilecek toplumsal ve ekonomik ilişkilere sahip olsalardı, gökyüzünü konuşsalardı, şiir yazsalardı, çocuk doğursalar ve onları sevgiyle, güvenle, iyilikle yetiştirebilecekleri bir ülkede yaşasalardı mesela… 

Dere kenarında bir çuvalın içinde küçük bir kız çocuğunun işi ne? Kız çocuğunun mezarına gelinlik koymak ne anlama gelir örneğin? 

“Tavşantepe Mahallesi’nin muhtarı aynı zamanda Narin’in amcası olan Salim Güran ‘kasten öldürme’ ve ‘kişiyi hürriyetinden yoksun kılma’ şüpheleri ile tutuklandı.”

Hayalden, gerçeğe… Çok mu zor hakikaten, tersi ütopya mı?

Geçelim. 

Köy Enstitülerinin “dokunan yanar.” şeytanlaştırılması ile kapatılmasının üzerinden çok zaman geçti. 

Peki, köy okulları ne zaman ve niye kapatıldı? Çok uzak bir geçmiş değil köy okullarının kapatılması ile taşımalı sisteme geçilmesi. 

“1997 yılından bu yana 20 bine yakın köy okulu kapandı, milyonlarca öğrenci okullara taşındı. Türkiye'de 1989 yılından bu yana köy okulları kapatılıyor ve milyonlarca köy öğrencisi yıllardır uzaklardaki okullara taşınıyor.”

Neden?

Ne oluyor sonra? Annem sürekli ileniyor köy okullarını kapatanlara. Çalıştıkları köylerde nasıl o okulları var ettiklerini anlatıyor. Çocukları nasıl yetiştirdiklerini, gerici muhtarlarla, kıyıcı eşrafla nasıl da boğaz boğaza kavga ederek köy çocuklarına, öğrencilerine bir gelecek sunmak için ateşten öğretmenlik yaptıklarını.

“12 Eylül 1980 sonrası yavaş yavaş köy okulları kapatılmaya başlandı. 2000'lerde taşımalı eğitim adı altında köy ilkokullarının birçoğu kapatıldı. Okulsuz kalan köylerde öğretmenin yerini tarikat cemaat mensupları aldı.”

Binalar ahır olmuş, ağaçlar kesilmiş, sıralar kabarmış, dağılmış, lime lime “bir mendilin kanaması gibi” köy okulları. Narin gibi, sahipsiz… Bir dere kenarında kaybedilmeye çalışılan…

Ama umutluyum annemden. Millî eğitimi eline bir verseler ilk işi köy okullarını yeniden açmak olacak. 

Neden olmasın?

Anneme güveniyorum.

Keşke Narin’in de güvenebileceği bir annesi olsaydı.