Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Mikrokrediyle çalınan devrim

Bu hafta biraz uzun bir tarihçe anlatarak başlayacağım ama bu girişi, ülkemizle benzerliklerini düşünerek okumanızı rica ediyorum.

Bangladeş, Güney Asya’da, Hint Okyanusu’nun kıyısında, Hindistan ile Çinhindi arasında bir ülke. Haritasına baktığınızda, Hindistan tarafından kuşatılmış gibi görünüyor ve bu komşusunun büyüklüğünün yanında küçük kalıyor. Ne var ki Bangladeş’in nüfusu Türkiye’nin iki katı. Kişi başına milli gelirin senede 2700 dolar (Türkiye’nin dörtte biri) olduğu bu yoksul ülkede 170 milyon insan yaşıyor.

Bölgedeki diğer ülkeler gibi Bangladeş de emperyalistler için bir ucuz emek cenneti. Bilhassa tekstil sektöründe Bangladeşli emekçiler Avrupa ve Amerika’nın büyük markalarına fason üretim yapıyor. 

Bangladeşli tekstil emekçilerinin durumu sık sık emperyalist batıdaki hümanistler için bir yazıklanma konusu oluyor1, ama ülkede yoksulluk en şiddetli biçimde kırsal kesimde yaşanıyor. Hindistan ve diğer bölge ülkelerine benzer biçimde Bangladeşli köylüler arasında şiddetli yoksulluk ve açlık yaygın. Üçte biri topraksız ve günden güne yaşıyor, ama toprağı olan çiftçi ailelerinin de önemli bir bölümü borç batağında olduğu için yeterli beslenemiyor.    

Bangladeş yoğun biçimde göç veriyor. Bilhassa eski sömürgecisi olan İngiltere’ye ve Suudi Arabistan’a göçen Bangladeşli emekçiler ülkedeki ailelerine para göndererek yoksulluğu biraz olsun “sürdürülebilir” kılıyor.

Bu yoksulluk ortamında güvenceli devlet memurluğu her Bangladeşlinin hayali. Pek çok genç yalnızca memur olabilmek için üniversite okuyor. Bu yüzden ülkenin bağımsızlığı için savaşmış olanların mirasçılarına (artık torunlarına) memuriyet kontenjanı ayıran kota sistemi sürekli hükümetin kayırmacılıkla suçlandığı ve memuriyetin liyakate dayalı olmasının talep edildiği protestolara neden oluyor. 

Son on beş yıldır ülkeyi yönetmekte olan (ayrıca daha önce de beş yıl başbakanlık yapmış) Şeyh Hasina hükümeti 2018’de protestolar karşısında bir kararname ile kota sistemini kaldırmıştı; ancak eylemler aralıklı da olsa sürüyordu. Geçtiğimiz haziran ayında Yüksek Mahkeme bu kararı bozup kota sistemini geri getirince protestolar Hasina hükümetinin istifasını hedefleyen bir kitlesel ayaklanmaya dönüştü. Yüzlerce insan öldü, sonunda öfkeli kitle başbakanlık konutunu bastı, Hasina bir istifa mektubu bile yazamadan apar topar Hindistan’a kaçtı.

Halk sokakları ele geçirdiğinde politik açıdan öylesine güçlü hale gelmişti ki, protestoları bastırmayı reddetmiş olan orduyu bir cunta kurmaktan men edip, geçici hükümetin sivil olmasını dayatmıştı. 

Ama bu bile yeterli olmadı. Yaşanan kitlesel eylemler yoksulluk ve adaletsizliklere karşı birikmiş büyük toplumsal öfkenin dışavurumuydu; ancak halkın hükümeti devirdikten sonra ne yapacağı, ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yöneteceği konusunda pek bir fikri olmadığı gibi, bir devrimci parti de eylemlerin öncüsü haline gelememişti. Sonuçta, eylemlerin en önemli unsurunu oluşturmuş ve geçiş hükümeti konusunda devletle müzakereye oturmuş olan, yüzü Batıya dönük Bangladeşli üniversite öğrencilerinin talebiyle, geçici hükümetin başına, defalarca emperyalistlerin övgülerine mazhar olmuş, Nobel Barış Ödülü, ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası ve ABD Kongresi Altın Madalyası almış banker Muhammed Yunus geçti.

Muhammed Yunus, kapitalist sistemin finansal teori ve pratiğine “mikrokredi” kavramını kazandırmış olmasıyla tanınıyor. Nobel’i de bu fikri uygulamak için kurduğu Grameen Bank ile paylaşmıştı.

Bu vakadan çıkartılması gereken çok önemli dersler var. Tartışalım…

***

“Mikrokredi” olağan koşullarda kredi alamayacak yoksul bireylere (bilhassa da yoksul kadınlara) girişimci olup, iş kurup kendilerini yoksulluktan kurtarmaları için sağlanan özel kredilere verilen isim. Kavramın emperyalist sistem tarafından ne düzeyde önemsendiğini şöyle anlatalım: Birleşmiş Milletler 2005 yılını Uluslararası Mikrokredi Yılı ilan etmiş, Yunus’a da Nobel ödülü ertesi yıl verilmişti. Dünya Bankası’nın da başlıca gündemlerinden olan mikrokredi, yoksulluğun azaltılması konusunda en önemli araçlardan biri olarak görülüyor. Ne var ki bu emperyalist kurum dahi raporlarında mikrokredinin alandan ziyade verene faydalı ve yoksulluğu azaltma konusunda etkisi sınırlı bir borçlanma aracı olduğunu kabul ediyor.2

Tabii “ya ne olacaktı?” diye sorulabilir; zira mikrokredi, yoksullukları nedeniyle piyasa ekonomisinin dışında kalan insanların yoksulluğunu, onları yoksul bırakan piyasaya entegre olmalarını sağlayarak gidermeyi hedefliyor. Böyle bir sürecin genel anlamda sınıfsal eşitsizliği ortadan kaldırması söyle dursun, azaltması dahi konu dışı (zaten amaç da bu değil); çünkü krediyi alan yoksullar veren zenginlere faiz ödüyor. Ama pek tabii bazı tekil başarı örnekleri yaşanıyor ve bunlar sayesinde mikrokredi yoksullar için bir havuç olarak kullanılabiliyor.

Peki Birleşmiş Milletler ya da Dünya Bankası yoksullukla neden bu kadar ilgileniyor? Niye Birleşmiş Milletler’in 2030’a kadar ulaşılması gerektiğini savunduğu Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın3 birincisi, “Açlığa Son” dan dahi önce gelen “Yoksulluğa Son”?

Çünkü dünyanın kalabalık ve yoksul coğrafyalarında sefalet içinde yaşayan insanların sayısı sürekli artıyor. Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında her 100 yetişkinden 39’u işgücü piyasasından dışlanmış olarak yaşıyor.4Bunun dışında işsizler (yani piyasada iş arayıp bulamayanlar) ve Güney Asya’da açlık sınırında yaşayan küçük ölçekli çiftçi aileleri gibi yeterli gelire sahip olmayıp yoksulluk, hatta açlık çeken yüz milyonlar var.

Bu insanlar kitlesel biçimde zengin emperyalist ülkelere göç etmeye çalışıyor ve kalabalıklıklarıyla buradaki ayrıcalıklı, nezih yaşamı tehdit ediyor. Batı açısından tek sorun bu. 

Eşitsizlik kapitalist zenginliğin sadece sürekli derinleşen bir sonucu değil aynı zamanda temel kaynağıdır. Mülksüz yoksullar mülk sahibi patronlara emeklerini satmaya muhtaç oldukları için sistem işler ve sermaye birikir. Dolayısıyla emperyalistleri tedirgin eden, Birleşmiş Milletleri, Dünya Bankasını harekete geçiren “yoksulluk” değil, yoksulluğun kitleselliği. Ve tabii ki, bu sorunu sistemin temellerini sorgulayarak değil, “sürdürülebilir” kılarak çözmeye çalışıyorlar. Hedefleri “yoksulluğa son” değil; içeriğe bakıldığında apaçık görüleceği üzere, geçmişte yaygın biçimde kullandıkları ama sevimsiz politik iması nedeniyle artık tedavülden kaldırdıkları kavramla “sürdürülebilir” bir yoksulluk. 

Birleşmiş Milletler aynı sebeple 2014 yılını Aile Çiftçiliği yılı, başka pek çok yılı da çeşitli tarım ürünlerinin yılı ilan etmişti. İklim değişikliğinin de etkisiyle yoksulluk en yaygın biçimde yoksul ülkelerin kırsalında yaşanıyor ve buradaki köylülerin topluca kentlere ya da maazallah batıya göç etmemesi için emperyalist merkezlerde türlü çeşitli ekonomik icatlar yapılıyor. Merak eden Birleşmiş Milletler’in geçmiş yıllara yüklediği anlamlar listesine bakıp, “sürdürülebilirlik” kelimesinin kaç kez geçtiğini sayabilir.5

***

Mikrokredi, bu amaca uygun tasarlanmış bir finansal “enstrüman.” Bu enstrüman yoksullara, bulundukları yerden kıpırdamadan başlarının çaresine bakmaya çabalamaları için borç vermeye dayanıyor. 

Ülkemizde de uygulamaları var: Biri hakkında Serap Emir detaylı bir eleştiri yazmıştı.6 Emir bu eleştiride meselenin en can alıcı noktasına yönelik şöyle bir vurgu yapıyor: “[Mikrokredi savunucularına göre] kadınların sadece iki alternatifi var, ya kredilerle borçlanıp 'iş hayatına' atılarak birer girişimci olmak ya da evde oturup sosyal yardım almak. Bu dünyada işçilere yer yok.

Kapitalizm insanları işsiz, yoksul, geleceksiz bırakıyor. Sonra bu sistemin parçası olan bankalar ya da vakıflar, öykülerdeki iblisler gibi üç kuruş para gösterip riyakâr bir dostanelikle “Yardım mı lazım?” diye soruyor.

Bir detaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Ekonomik bir kavramı güncelleyip uygulamasını yapacak bankayı kuran Muhammed Yunus’a, ekonomi Nobeli değil barış Nobeli verildi. Çünkü Yunus, er ya da geç bu düzeni yıkacak olan yoksulların öfkesine karşı, düzeni korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak için zehire bulanmış bir zeytin dalı, uyuşturucu doldurulmuş bir barış çubuğu uzatıyor. 

Zenginlerin zenginliklerini ve ayrıcalıklarını korumak için yapılan bu ve benzeri ahlaksız tekliflerin, ne denli çekici görünürse görünsün iç yüzünün yoksul emekçilere ifşa edilmesi ve kökten reddedilmesi gerekiyor. Kapitalist sistem sürdürülmemeli. Onu sürdürülebilir kılan her şey, durmaksızın verdiği zararları da sürdürüyor ve derinleştiriyor.

Bangladeş’te bu yapılamadı ve emperyalizm, mikrokredi havucunu kullanarak Bangladeş halkının devrimini çaldı, ülkenin başına da madalyalarla donattığı bir sevgili kulunu geçirdi. 

Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var. Çünkü er ya da geç bizim ülkemizde de devrimci bir ayaklanma olacak. Ve o sırada en temel meselelerimizden biri devrimimizi Amerika ve Avrupa Birliği bayrağı sallayan (ya da şimdilik evinde katlamış saklayan) işbirlikçilere çaldırmamak olacak. Üstelik bu kişiler muhtemelen tüm siyasi kariyerini AKP ya da Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmuş, hatta belki bu yüzden Silivri’ye yollanmış olacaklar. 

Yani “bizim tarafta” gibi görünecekler, ama halkın değil yerli ve yabancı sermayedarların çıkarlarını savunuyor olacaklar. 

Nitekim Muhammed Yunus da Şeyh Hasina iktidarı tarafından defalarca hedefe konmuş, Grameen Bank’a kayyum atanmış ve kendisi neredeyse hapse girmiş, emperyalist yayın organları Yunus’a topluca arka çıkmıştı. Bu yayın organlarının önde gelenlerinden The Economist’te, 13 Ekim 2022 tarihinde yayınlanan bir yazıda7, Bangladeş Dhaka Üniversitesi’nden Asif Nazrul’un şu görüşüne yer verilmişti: “Uluslararası toplum bu rejime bir alternatif ararsa, Dr. Yunus -eğer isterse- bu süreçte çok önemli bir rol üstlenebilir.” 

Aradan iki yıl geçmeden, tam olarak bu yaşandı, öngörüde bulunan Asif Nazrul da Yunus’un hükümetinde adalet bakanı oldu.

Tekrar ediyor ve bitiriyorum: Bundan çıkartılacak çok önemli dersler var.