'Artık mesele görülenler karşısında gözünü dikip ta düşmanın gözünün içine bakmak mı yoksa eğip başı görüleni görmezden gelmek mi olacaktır?'

Mahşere Kalmaz

Bazen susmak istenir. Susmak ve yasınla baş başa kalmak… Ne el yazıya değer ne de başka bir işe. Ama öte yandan bu kötürümlük durumu sürmemelidir, el çalışmalı, dil söylemeli içeride köz köz olmuş acı, öfke, isyan demlenmeli ve denizlere doğru akmalı akmalıdır. Ama yapabilmek bu söylediğimi, yazdığım kadar kolay değil elbet. Yazının ve dahi dilin kemiği yok. Madem umut süt gibi kesilmiş, karalar bağlamış yürekler, o zaman son bir hamle ile küllenmeye yüz tutmuş közleri mi körüklemeli, nefes vermeli, közlere nefes olmalı. İşte Ahmet Büke’nin romanı “Deli İbram Divanı”nı sendikadan dostlarla okurken, üzerine konuşurken umut ile umutsuzluk, yaşam ile ölüm, iyi ile kötü arasında gidip gidip geldim. Büke’nin doğayla insanı buluşturan, insanın karada, denizde, gökte verdiği yaşam mücadelesini destansı bir üslupla anlatan romanı “evsizlik” hâline tercüman oldu adeta bu günlerde. Evsizlik duygusu, yuvaya dönüş özlemi, köklerine doğru çekilme durumu metaforik ve gerçek anlamların iç içe geçtiği bir sarmal oldu da boğazıma dolandı. 

Her şey birbirine bağlı ve birbirini doğuruyor oysa. Çıplak gerçekle deprem yüzünden bir kez daha ve tüm hayınlığı ile karşı karşıya kalınca yeniden dilim damağım kurudu. Paranın saltanatının birincil olduğu her yer insana düşman, sana düşman, bana düşman. Çok billurlaştı her şey, apaçık oldu. Artık mesele görülenler karşısında gözünü dikip ta düşmanın gözünün içine bakmak mı yoksa eğip başı görüleni görmezden gelmek mi olacaktır? 

Ama romanda anlatılan o “yuva”ya illa ki dönülecek. Osman’ın yakılan ve yıkılan evine, Köstence’ye, zeytinliğe, denize, yunuslara, serçelere dönülecek. İşte, bu kara günlerde eve dönüş hikâyesi olarak okuduğum “Deli İbram Divanı”na dair bir iki kelam etmek, umudu çoğaltan yazarlara selam çakmak iyi gelir diye düşündüm, başlıyorum:
Romanlarda, yazılarda, tezlerde, makalelerde yazarın ana metne geçmeden önce okurunu hazırladığına inandığım alıntılar, özdeyişler, hikâye parçaları ilgimi çeker. Bu göndermeler hem metinler ve yazarlar arasındaki geçişleri, göndermeleri, selamları anlatır hem de yazarın okuma ve düşünme evrenini bizlere tanıtır. İşte,  Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı” adlı romanına başlamadan evvel, romancının hayat hikâyesinden sonra ama bölüm başlığı olan “Boz”dan önce Karacaoğla’ın şiirinden iki dize var. 

“Dirilirler dirilirler gelirler,
Huzur-ı mahşerde divan dururlar.”

Nefis bir şiir bu… Hoş, şiiri parçalamak ve bir parçasını sunmak pek uğurlu bir iş sayılmaz, onun için siz tamamını okuyun ki uğursuzluğu savın çeperinizden.

Ağırlıklı olarak Köstence’de  (Başta Romanya’nın şehri sanmıştım.) nam-ı diğer Uzunada’da ve İzmir’de geçiyor roman. Köstence bir mekân olarak kişileşerek-kahramanlaşarak romanın ana karakterleri arasında yerini alıyor. Köstence’de balıkçılık, denizle savaşım, denizle sevişim, adadaki her tür börtü böcek, serçe bir yana; Köstence’nin zorbaları, işgüzarları, korkakları, hayınları öte yana. Dörtnala bir gerilimle romanın sonuna kadar diken üstünde tutmayı başarıyor Ahmet Büke okurunu. 

“Düzenin kestiği parmak acır mı?
Çok acımış.
Çok kanamış.”

Osman’ın hikâyesine içkin babası Balıkçı’nın, kuşbâz anasının, emanet edildiği Yusuf Reis’in, Leyla’nın, Demirci Asım’ın, Kör Gezgin’in özellikle Deli İbram’ın, Eczacı Süleyman ve şürekâsının hayatlarına konuk oluyoruz. Ekmeğini taştan alın teriyle çıkarmaya çalışan insanlar ile doğayı, insanı, yunusu alabildiğine sömürüp yok eden deccallara karşı bir savaşım bu. Tarafımız bellidir elbette. Osman’ın yavru yunusu öldürmesi ise destanın iyilerden yana sarpa saracağının işareti. Saruhan Hatun’un sürülmesi ve Köstence’ye gelmesi ile  Köstence’nin hikâyesi başlar bir yandan Osman’ın hikâyesinin yanı sıra. 

Saruhan Hatun ve kızanları adadakilerden “dağdaki üzümü, beldeki zeytini, dalyandaki balığı” öğrenecekler; ada halkına ise “lazım geldiğinde can almayı” öğreteceklerdir. Bunları Kör Gezgin’e Deli İbram anlatır. 
Söylediğine göre Ahmet Büke yüzmeyi bile iyi bilmezken bu deniz, dalyan, ada romanını nasıl yazar? Emek olmadan yemek olmaz elbet, bir buçuk yıl dolanmış anlaşılan dalyanlarda, balık avında, teknede, denizde, öğrenmiş, tunçlaşmış, çalışmış  ve oturup bir buçuk ayda yazıvermiş bu balık-ada-insan destanını…

Kolay değildir balık avı:

“Her şey halattan, ağdan, ağaçtan ve yağdan ibaret değildir bu hikâyede. Gözcü ve taşçı dediğimiz Köstenceli insan olmasa hepsi zayi olurdu. (…) Taşçıları daha tazeyken seçerler. Çocukluktan yaptıkları bu talimlerle iyice ustalaşırlar çünkü onların vazifesi doğru yere, doğru zamanda taş atmaktır. Taşçı dalgınsa ya da âşıksa bu işi yapamaz. Taşçı olmadan da balık kursağa girmez. (…) İşte sonunda balık çıkar gelir. Her sürünün bir anaç reisi olur. Reis yolu, izi, tehlikeyi en iyi bilendir. Reis aynaya girdiği anda taşçı sürünün en arkasındaki balığın kuyruğunun iki karış arkasına taşını atar. Tam o noktaya atılmazsa sürü dağılır, av ziyan olur. Bu usulünce atılan taş reisi huylandırır. Ürken reis hızlanarak sürüsünü peşinden sürükler. Sürü dipte, serili ağı geçmeye başlar. Sürü bittiği noktada kuledeki gözcünün işaretiyle aşağıda bekleyen hamal dalyancı çevre halatlarının birini çekerek uyuyan ağın ucunu kaldırır. Taşçı bu defa reis balığın hemen iki karış önüne bir taş daha atar. Sürü yüz geri ettiğinde halatın öteki ucunu da ikinci hamal dalyancı çeker. Artık sürü, çökertme dalyanın havuzuna düşmüştür.” 

Canlandırabildiniz mi? Bu muazzam anlatımla balıkları, gözcüyü, taşçıyı, dalyancıları, sessizliği, ritmi, deniz kokusunu, yunus gölgesini, martı kanadını canlandırabildiniz mi? Tadına doyulmayan insan doğa mücadelesi ve insan doğa yoldaşlığı. Doğada her şey herkes için var. Hiçbir börtü böcek, mahlûkat (insan dâhil) birbirinden üstün değil eş, eşit. Serçelerden, yunuslardan, çocuklardan, kedilerden öğrenilecek çok şey var. Roman doğaya sevecenlikle, doğayla bütün olmak isteğiyle bakıyor. Hiçbir duygu insana uzak ve yargılanası değildir aslında. Osman’ın çok sevdiği kuşbâz anası bir gün babasıyla balık avında taşçılık yapacaktır. Oğul Osman çoktan İzmir’e altın bilezik edinmek için gönderilmiştir. 
Anası ve babası ikiz kız kardeşleriyle balık avına hazırlanmaktadır ve:

“işe başlamadan önce kocasıyla yan yana oturup güneşin altında aydınlanan denizi izlediler. Çok uzaktan, belli belirsiz, sislerin arasında bir yelkenli gidiyordu İzmir’e doğru. Balıkçı onun içinde olmayı geçirdi içinden. 
-İzmir’e Osman’a şöyle bir uzaktan bakardım, hoş mudur diye.
Kadın, ‘Ah şu geminin sereni olsaydım keşke,’ dedi kendi kendine. ‘Hiç aynı yerde durmazdım. İki gün bir liman, sonra ver elini yolculuk. Kader nereye derse oraya doğru giderdim. Şu sumru kuşları gibi. Tek işim yelkeni taşımak. Ne koca, ne evlat. Ne balık peşinde yaşamak, ne yemek düşünmek. Kimsesiz olmak kim bilir nasıl güzeldir.”

Değil mi ama bir anne bunları nasıl düşünür? 

Kavilleşelim mi? 
Haftaya devam etmeye “Deli İbram Divanı”na
Bir de 
Karacaoğlan’ın güzelim şiirini bir de müzikle dinleyiniz.