Bugün bir kez daha “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar, faşizm hakkında da konuşmasınlar” dememiz ve asıl totaliter ve diktatoryal olanın kapitalizm olduğunu tüm insanlığa anlatmamız gerekiyor.

Kapitalizm hakkında sessiz kalanlar…

“Totalitarizm” kavramı bir Soğuk Savaş icadıdır. İcadın amacı ise bellidir; faşizmle komünizmin aslında bir madalyonun iki yüzü olduğu, aralarında büyük benzerlikler bulunduğu, birbirlerine düşman değil dost olarak görülmeleri gerektiği ve her ikisinin de bu kavram üzerinden birlikte ele alınabileceği öne sürülür. Böylece Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasında, Nazi rejimi ile Sovyet rejimi arasında, Hitler’le Stalin arasında hemen hiçbir fark olmadığı öne sürülebilecektir; bunların ikisi de “totaliter” devletlerdir, rejimlerdir, figürlerdir.    

Ancak faşizmle komünizmin totalitarizm kavramı üzerinden aynılaştırılması ve böylece komünizmin şeytanlaştırılması yetmez, totalitarizmin karşısına bir de “düşman” konulması gerekir ki işte o da liberal demokrasidir. Yani bir tarafta, faşizm ya da komünizm, hangisi olduğu fark etmez, totaliter rejimler/totaliter zihniyetler, öbür tarafta ise liberal demokrasiler vardır. Bu ise bir örtü vazifesi görür; böylelikle bir yandan komünizmle faşizm eşitlenirken, öte yandan faşizmin kapitalizmin bir ürünü olduğu ve liberal demokrasiyle faşizm arasında sanıldığından daha kolay bir geçişkenlik bulunduğu gerçeğinin üzeri örtülür.

Oysa bu gerçeği, faşizmin zindanlarında uzun yıllar kalan İtalyan komünist Gramsci daha 1921 yılında, İtalya’da Mussolini’nin iktidara geliş sürecinde, “faşizm, üretim ve mübadele sorunlarını makineli tüfekler ve tabanca kurşunlarıyla çözme çabasıdır” diyerek anlatmıştır. Evet, faşizm, kapitalizmin krizlerini olağan yollardan çözemediğinde ve bir beka meselesiyle karşı karşıya kaldığını hissettiğinde başvurduğu bir rejimdir ve faşist hareketler de zaten o krizi çözme iddiasıyla iktidar olur.

O krizi çözmeye faşist hareketlerin yaptığı en büyük katkı, bir sokak gücü, bir paramiliter yapılanma olarak işçi hareketini ve komünist hareketi bastırmak, yani sınıf mücadelesinin sokak cephesinde kesin bir hâkimiyet kurmaktır. İtalyan faşizmi de Alman faşizmi de tam olarak bunu yapmışlar, sokağı ele geçirerek İtalyan ve Alman sermayelerini devrim tehlikesinden kurtarmışlardır.

İşçi hareketi ve komünist hareket dağıtıldıktan sonra, faşist rejimlerde patronlara sınırsız bir sömürü alanı açılır ve grev yasağıyla, düşük ücretlerle, uzun çalışma saatleriyle, angaryalarla, polis baskısıyla köleci bir emek rejimi kurulur, buradan da korkunç bir sömürü oranına ulaşılır. Nazi Almanya’sında buna savaş esirleri ve Yahudiler de eklenmiş, milyonlarca kişi Alman tekelleri adına kamplarda köle misali çalıştırılmıştır. Bu nedenle, Auschwitz toplama kampının kapısında yazan “Arbeit Macht Frei”, “Çalışmak Özgürleştirir” sözü faşist ironinin zirvesidir.

Ancak faşizm, sermaye sınıfına sadece sokağı bastırıp işçi hareketini dağıtarak yardım etmez, emperyalist politikalarıyla ona yeni pazarlar, yeni değerleme alanları açar. İtalyan, Alman, Japon faşizmleri, kaçınılmaz olarak emperyalist heveslere sahip olmuş ve sermaye, o heveslerin uzun vadede başına bela olabileceğini bilse de, daha çok kana ihtiyaç duyan bir vampir misali, kendisine açılan pazarlara koşa koşa girmiştir.

Dolayısıyla, faşizme sınıf gözlüğüyle baktığımızda gördüğümüz şey, onun liberallerin iddia ettiği üzere sosyalizmin bir varyantı olduğu ve komünizmle aynı kefeye konulabileceği değil, doğrudan kapitalizmle bir bağlantısının bulunduğudur. “Faşistler, kapitalistler tarafından kullanılan kuklalardır” demek değildir bu elbette ama faşizmin önünü her zaman sermaye sınıfı açar ve faşizm de ancak sermaye sınıfına gereken taahhütleri verdiğinde gerçek anlamda iktidar olabilir.

Buna tek bir örnek verelim: 1933 yılının başlarında Nazilerle büyük Alman şirketlerinin patronları ve temsilcileri arasında bir toplantı yapılır. Toplantıya Hitler, Göring ve merkez bankası başkanı katılmıştır, Opel, Bayer, Siemens ve Telefunken gibi tanıdık markalar da toplantıdadır. Hitler burada Alman patronlara “huzurlu bir gelecek, silahlanma ve gelecek on yıl, hatta yüz yıl içinde seçim yapılmayacağı” vaadinde bulunur ve sendikalarla komünistlerin yok edileceğini, her patronun kendi fabrikasının führeri olacağını söyler. Bu tekliflerden Alman sermaye sınıfının büyük memnuniyet duyduğu açıktır.

Faşizmi, özellikle Nazizm’i sadece Alman sermaye sınıfı desteklememiş, Hitler uluslararası sermaye ve emperyalizm tarafından komünizmin panzehri olarak görülmüş, “yatıştırma politikası” adı altında Hitler’in doğuya yönelmesi ve Sovyetler Birliği’ne saldırması teşvik edilmiştir. ABD’nin nihai anlamda savaşa girmesi ise ancak Sovyetler Birliği’nin yenilmeyeceğinin anlaşılmasıyla ve Almanya’ya doğru yürümeye başlayacağının görülmesiyle söz konusu olmuştur.

İşte tam da bu sınıfsal nedenlerle ve kapitalizm ve faşizm arasındaki varoluşsal ilişkiden kaynaklı olarak, savaş sonrasında Almanya’da gerçek bir “denazifikasyon”a, yani “Nazizm’den arındırma”ya gidilmemiş, Alman sermaye sınıfının faşizme verdiği desteğin hesabı gerçek anlamda sorulmamış, Alman tekelleri yollarına devam etmişlerdir. Dahası savaş sonrası kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nde devletin “çekirdeği” değişmemiş, kilit noktalarda Nazi rejiminin kadroları varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Fakat mesele sadece bu değildir; savaş sonrasında İngiltere’den kapitalizmin lider ülkesi unvanını devralan ABD, işine yarayacağını düşündüğü Nazi subaylarını, ajanlarını, bilim insanlarını alıp ABD’ye götürmüş ve Sovyetler’e karşı başlatacağı Soğuk Savaş’ın öncü kadroları haline getirmiştir. CIA’nın kuruluşunda eski Nazi istihbarat görevlilerinin oynadığı rol, bir komplo teorisi değil, belgelenmiş bir hakikattir. Benzer bir şekilde NATO’nun kuruluşunda ve stratejisinin belirlenmesinde de eski Nazi subayları önemli roller üstlenmişlerdir.

Kapitalizmle faşizm arasındaki varoluşsal ilişki Soğuk Savaş boyunca da devam etmiş, CIA ve NATO, dünyanın sayısız yerinde, antikomünist operasyonlar düzenlemiş, bunları yaparken de yerel faşist odaklarla işbirliği yapmıştır, onlara her türlü desteği vermiştir. Bu nedenle de “faşizm kapitalizmin özbeöz çocuğudur, başı her sıkıştığında onu yardıma çağırır” sözü, hamasete değil, doğrudan hakikate işaret etmektedir.

Bugün, Rusya’nın Ukrayna saldırısı üzerinden bir kez daha liberal demokrasi rüzgârlarının estirilmeye çalışıldığını görüyoruz, totalitarizm teorileri yine havada uçuşuyor, savaşın demokrasilerle diktatörlükler arasında olduğu iddia ediliyor. Sola “hala Soğuk Savaş döneminde yaşadığımızı ve Rusya’yı komünist sanıyorlar” diye saldıranların hemen hepsi, Soğuk Savaş’ın diliyle konuşup Amerikancılığın/Natoculuğun tarihini yazıyorlar. Rusya’nın SSCB’nin devamı olduğunu, ortada bir süreklilik bulunduğunu, Putin’in ilhamını Stalin’den aldığını, Rusya’nın tıpkı Soğuk Savaş’ta olduğu gibi bir kez daha “hür dünya”yı yok etmek istediğini öne sürüyorlar, yani antikomünizm bu vesileyle bir kez daha dolaşıma sokuluyor.

Bu antikomünist histeri ise işte yazı boyunca bahsettiğimiz kapitalizmle faşizm arasındaki varoluşsal ilişkiye, liberal demokrasiyle faşist rejimler arasındaki bağlantıya işaret edecek şekilde, faşizmin bir kez daha göreve çağrılmasını gerektiriyor. “Zelenski de Yahudi” diyerek neo-Nazizm’in Ukrayna siyasetindeki gücü görünmez kılınmaya, neo-Nazilerin yaptıkları önemsizleştirilmeye çalışılıyor. Ukrayna’daki Nazi işbirlikçisi Bandera’ya adeta iade-itibar edilmesinden tutun da neo-Nazi Azov Taburu’ndan vatansever kahramanlar çıkarmaya ya da mahcup Hitler övgülerine uzanan bir genişlikte, Batı dünyasının karanlık yüzü bir kez daha açığa çıkıyor, “piyasa medeniyeti”ne yönelik en ufak bir tehdide nasıl karşılık verileceği görülüyor, faşizmin bir “anomali” değil, kapitalizme içkin bir mekanizma olduğu bir kez daha çok net bir şekilde anlaşılıyor.

Putin’in elbette ki “faşizmle mücadele” gibi gerçek bir derdi yok, Rusya’da Putin’i destekleyen çok sayıda neo-Nazi, aşırı sağ unsur var, Rusya da çıkarları adına, tıpkı Batının Rusya’daki liberalleri desteklemesi gibi Avrupa’da neo-Nazi ya da aşırı sağ grupları destekliyor, evet bunların hepsi doğru ama Rusya bunları yaparken, ikiyüzlü bir şekilde demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından bahsetmiyor, bunları asıl niyetinin üzerini örten bir ideolojik kılıf olarak kullanmıyor.

Batı ise bilinçli bir şekilde kapitalizmle faşizm arasındaki bağlantıyı gizlediği gibi, izlediği emperyalist politikaları demokrasi ve özgürlükler söylemiyle meşrulaştırıyor. Kapitalizmin gezegeni götürdüğü felaketin, yarattığı yıkımın, savaşların, desteklenen diktatoryal rejimlerin üzeri bu söylemlerle örtülüyor. Demokrasi, özgürlükler, insan hakları vs. bunların hepsi içinde bulunduğumuz dünya düzenini perdelemek için bir araç olarak görülüyor ve kullanılıyor.  

Oysa, bitirirken bir kez daha belirtmek gerekiyor ki, faşizm kapitalizmden neşet ediyor, varlık nedenini de gücünü de oradan alıyor, o sayede yaşamaya devam ediyor. İşte tam da bu yüzden bugün bir kez daha yüksek sesle “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar, faşizm hakkında da konuşmasınlar” dememiz ve asıl totaliter ve diktatoryal olanın kapitalizm olduğunu, sermaye egemenliği olduğunu tüm insanlığa anlatmamız gerekiyor.