"Memleket gerçeğine uzaydan bakan bir görüş kendisini örgütleyemez ama bir ur gibi etrafını umutsuzluğa sürükleyip örgütsüzleştirebilir. Tehlike burada."
Geçtiğimiz günlerde İTÜ’de Türkiye Komünist Partili bir öğrenciye Ülkü Ocakları mensubu bir grubun arkadan saldırmasıyla patlak veren ve ilerleyen saatlerde faşist grubun güvenlik çemberine alınarak okuldan çıkarılmasıyla sonuçlanan kavga kimi kampüs içi haber sayfalarında böyle anıldı: İTÜ’de akıl almaz olay!
İşin ilginç yanı “akıl almaz olaylar” zinciri yeni de başlamamıştı. Haftalardır Ankara ve İstanbul’daki pek çok noktada faşist grupların TKP’li öğrencilere saldırı girişimleri ve cevaplarını aldıkları örnekler yeni değildi. Üstelik diğer kampüsleri geçelim. İTÜ içinde de önemli bir süredir faşist grubun gerilimi yükselttiği görülüyor ve bir noktada saldırıya vardıracakları artık tahmin ediliyordu. Özellikle bir soruşturmaya da konu olan taciz gündemi ve kamuoyu önünde faşist grubun bazı üyelerinin kadınları açıktan tehdit etmeleri, küfürleşmeleri bunu gösteriyordu.
Buna rağmen İTÜ’deki faşist saldırı, kimi mecralarda “akıl almaz arbede”, kimilerinde “karşıt görüşlü öğrencilerin kavgası” şeklinde ifade edilebildi. Bunların bir kısmının bilinçli bir şekilde bu haber dilini seçtikleri ve “ağzımızın tadı kaçmasın”cılığın sağcılığın ekmeğine yağ sürdüğü gerçeğinden hareket ettikleri aşikar. Ama bir kısım akvaryum balığına da bazı akıl almaz gerçeklerden bahsetmemiz gerekiyor ki İTÜ’nün bir fanus olduğunu varsayıp memleket gerçeğinden bu kadar uzaklaşmasınlar. Bu tip saldırılar karşısında öğrencilerin topyekün örgütlenmeleri, yanıt üretmeleri, siyasal mücadeleyi yükseltmeleri İTÜ’de kesinlikle yeni bir olgu değil.
Alın size akıl almaz bir olay, İTÜ’nün asla silinmeyecek tarihinden.
1967'den 1969 yılına kadar öğrenci gençliğin Beyoğlu’ndaki en yaygın meşgalesi; Amerikan askeri kovalamak, kıstırıp hırpalamak, fırsat geçerse fırlatıp denize atmak… Bunu niçin yapıyorlar? Memleketin namusunu korumak için. O gençler olmasaydı, Kıbrıs'ta, Vietnam'da, Filistin'de ABD’nin i̇nsanlık düşmanı politikalarını sürdürmek için Akdeniz’e gelmiş 6. Filo’nun askerlerine müstemleke ülke gibi genelevlerini boyatıp, neşe içinde kucak açıyor olacaktı ülkemiz. Bir onur meselesiydi yani her şeyden önce. İTÜ öğrencileri de bu kavganın en ön saflarında oldu. 17 Temmuz 1968'de Gümüşsuyu Öğrenci Yurdu’na yapılan polis baskınında bir öğrenci yurdun ikinci katından aşağı atıldı. Kaldırıldığı hastanede bir hafta boyunca yaşam mücadelesi verse de kurtarılamadı. Vedat Demircioğlu ismi Türkiye’nin anti-emperyalist mücadele tarihinde sonsuza dek yaşayacak.
Vedat Demircioğlu’ların, Harun Karadeniz’lerin karşısında ise dönemin Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği gibi oluşumlar vardı. Organize olup Amerikan gemilerinin sahile en yakın olduğu mevkilerde ellerinde sopalarla nöbet beklediler. Namazlarını orada filoya karşı kılıp, yankilerin kılına zarar gelmesin diye gece gündüz örgütlü bir biçimde solcu öğrencilere saldırdılar. O hain takımının bazıları ileride bakan, milletvekili hatta meclise başkan bile oldu… Akıl almaz bir olay değil mi?
Bazılarına Karadeniz’in kuzeyindeki savaş bir masal diyarında, Suriye'deki cihatçı gruplar uzayda, Filistin’deki katliam paralel evrende gerçekleşiyor gibi gelebilir. Yine aynılarına göre Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, taciz-tecavüz vakaları, tarikat örgütlenmeleri, istismarlar, doğa katliamı örnekleri, ırkçılık yaşanmıyor gibi gelebilir. Belki de onlar için Türkiye, sadece gelinip geçilecek, Avrupa ya da ABD’ye gitmeden önce sınırlı bir süre sessiz sedasız, ‘olaylara karışmadan’ yaşanıp gidilecek bir yer haline çoktan gelmiştir. Artık ülkelerine ve aslında borçlu bulundukları topluma karşı hiçbir sorumluluk duygusu taşımıyor, Türkiye’ye ait hissetmiyorlardır. Üzgünüz ama gerçek bu. Onları kaybediyoruz.
Yine de bu akılsızlığın daha ileri bir noktaya taşınmasının önüne geçmemiz gerekiyor.
Türkiye'de dışarıdan yalıtılmış, korunaklı bir fanus falan yok fakat yaşadıkları yeri, okudukları okulları birer fanus varsayarak hayatına devam edenler ne yazık ki hep oldu. Onlara tavsiyemiz, hayatla kurdukları ilişkiyi ellerindeki oyuncakların sunduğu sonsuz kaydırma işleminden ibaret görmemeleri.
Hayatın bir kısmının ideolojik, bir kısmının ideolojik olmadığını iddia edip, bütün yaşantılarını ideolojik ve politik olmadığını iddia ettikleri alanlarında yaşamaya çalışanlar büyük bir dolandırıcılık işlemiyle karşı karşıya. Her şeyin olması gerektiği gibi gittiğine, iyiliklerin ve kötülüklerin onları hak edenlerin başına geldiğine ve dolayısıyla tek yapmaları gerekenin vizelere çalışmak olduğuna inanmış durumdalar. Çevrelerine duyarsızlaşıyor, köksüzleşiyor, yalnızlaşıyor ve hayatı kavga etmeye değer bulmuyorlar. Korkarım ki bir adım sonrasında o hayatı yaşamaya değer de bulmayacaklar.
Son yıllarda özellikle akademik başarısı görece yüksek üniversitelerde daha sık rastladığımız bu kayıtsızlık örnekleri tabii ki hiçbir zaman toplumsallaşamayacak. Fakat bu tip bir tutumun daha geniş ölçekte mahkum edilmemesi daha fazla insanı yalnızlığın pençesine ittirebilir. Memleket gerçeğine uzaydan bakan bir görüş kendisini örgütleyemez ama bir ur gibi etrafını umutsuzluğa sürükleyip örgütsüzleştirebilir. Tehlike burada. Onun için de düzenin aptallaştırıcı etkileri ile mücadele etmek, halk çocuklarını gerekirse sarsarak kendilerine getirmek ve etrafımızda hepimizi içine alan mücadelelerin sürmekte olduğunu onlara göstermek faşizme karşı mücadele etmekten asla önemsiz değil.
Muazzam bir sömürünün yaşandığı, savaşların, cinayetlerin, yağma ve talanın hüküm sürdüğü, orman kanunlarının yürürlükte olduğu vahşi bir düzende yaşıyoruz. Aman oğlum dersine çalış, olaylara karışma, ilk fırsatta uç uzak diyarlara...
Akıl almaz bir olay!