Bir siyasi parti düşünün, IMF/DB’nın ülke tarımını dünya tekellerinin sömürüsüne sunma programını büyük bir sadakatle uygulamış, muradına da büyük ölçüde ulaşmış.
Bir siyasi parti düşünün, IMF/DB’nın ülke tarımını dünya tekellerinin sömürüsüne sunma programını büyük bir sadakatle uygulamış, muradına da büyük ölçüde ulaşmış. Sonuç ne olabilirdi ki? Özetleyelim.
Tarım nasıl çökertildi?
- Tarımsal girdi üreten ve fiyatları dengeleyen tüm kamu iktisadi teşebbüsleri dünya girdi tekellerinin (ve IMF-DB) talepleri doğrultusunda elden çıkarıldığı için çiftçi girdi desteğinden mahrum bırakılmış,
- destekleme kurumları da tasfiye edilince başta küçük çiftçiler olmak üzere tüm üretici kesimler üretimden soğutulmuş,
- 5488 sayılı 2006 tarihli Tarım Kanunu gereği çiftçiye ödenmesi gereken tutarın yıllardır sadece beşte biri destekleme bütçesine girebilmiş, (örneğin yüksek enflasyona rağmen 2024’de pamukta prim hiç arttırılmamış, buğdayda yalnızca yüzde 12 arttırılmıştır!),
- destek görmeyen çiftçi tarımsal topraklarını ve traktör gibi üretim araçlarını ipotek ederek bankalara aşırı borçlanmış (2024’de tarım destekleri 91,5 milyar TL’de kalırken, çiftçinin banka borçları 620 milyar TL’yi aşmıştır),
- deniz ve demiryolu yerine karayolu taşımacılığı gibi ilkel ve pahalı bir model seçildiği ve aracılar çok olduğu için çiftçinin eline geçen fiyatlar ile kentsel tüketicinin ödediği fiyatlar arasında kapanmaz uçurumlar oluşmuş,
- mevcut girdi fiyatları enflasyonuyla tarımda üretim yapılamaz duruma gelinmiş,
- çünkü maliyetlerini bile karşılayamayan fiyatlarla satış yapmaya zorlanan üreticiler giderek ürünlerini toplamadan tarlada/dalında bırakmayı daha az zararlı görmeye başlamışlar,
- çiftçinin kooperatif örgütlenmesi teşvik edilmediği, var olanlar da tasfiye edildiği veya güçsüzleştirildiği için piyasa güçlerinin girdi ve ürün piyasalarındaki sömürüsüne karşı direnme mevzileri yok edilmiş,
- güdük destekler bile zamanında ödenmeyince, üstelik üretim planlaması yapılabilmesi için birkaç yıl önceden açıklanmayınca, çiftçilik en istikrarsız faaliyet türüne dönüşmüş,
- 2006 tarihli Tarım Kanunu’nun öngördüğü “fark ödemesi” sistemi hiç uygulanmadığı için gelir istikrarsızlığına çare olabilecek hiçbir araç devreye sokulmamış,
- çiftçi çocukları bu cehennemi döngüden kaçtıkları için tarımsal üreticilerin ortalama yaşı 57’ye yükselmiş,
- 2000 sonrasında 3,5 milyon kişiye varan bir tarımsal üretici kitlesi üretimden/tarımdan kopmuş,
- 2000 sonrasında 30 milyon dönüm civarında tarım arazisinin ekilip biçilmesinden vazgeçilmiş,
- Girdide dışarıya tam bağımlılıktan sonra, Türkiye tarımsal ürünlerde dahi net ithalatçı olmuş, böylece IMF/DB programının kritik hedefine ulaşılmıştır…
ve şimdi AKP yönetiminin aklına “zevahiri kurtarmak” (yani “iş yapıyor gibi görünmek”) gelmiş. Üstelik bu da iyimser bir yorum. Böyle bir niyeti olduğu dahi kuşkulu.
5403 sayılı yasa ve ilgili yönetmelik tuzaklarla, çelişkilerle, boşluklarla dolu
Yapılan nedir? 2005 tarihli 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu”nun 8/K Maddesine 23/3/2023’te ek fıkralar eklemişlerdi, şimdi 22 Ağustos 2024 tarihli “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” (bu yazıda Yönetmelik olarak bahsedilecektir) yoluyla bunu uygulamaya geçirmek istiyorlar.
Bunun arkasında iki olası amaç olabilir. İlk amacın iyiniyetli olduğunu ve tarımsal üretimin arttırılmasının istendiğini düşünelim. Peki ama yukarıda sıraladığımız sorunların yaratıcısı kim? Ve bu sorunların hangisine çözüm getirilmiş oluyor? Sadece ortaya çıkan sonuçla, yani tarımsal üretimin giderek terkedilmesiyle ilgilenilmiş oluyor ve “acaba ekilmeyen/biçilmeyen arazileri başkalarına kiralasak palyatif bir çözüm bulmuş olur muyuz” üzerinden bir alıştırma yapmaya girişilmiş oluyor. Akla gele gele, klasik dönem Osmanlı toplumunda bağımlı köylü tipi reayaya dayatılan “toprağını üç yıl üst üste boz bırakması halinde çiftinin elinden alınıp bir başkasına verilmesi” uygulaması geliyor. Kapitalizmin uluslararası sömürü ağları içinde ve bağımlı iktidar kafalarıyla yaratılmış bir sorunla Ortaçağın feodal sisteminin getirdiği çözümle başa çıkılabileceği sanılıyor. Çok yazık. Üstelik buradan işlenmeyen arazilerin önemli bir bölümünün üretime kazandırılacağı sanılıyorsa daha da vahim. Üretimden kaçışın sürdüğü, çiftçiliğin kazançlı bir faaliyet olmaktan çıktığı, toprakların işlenmemesinin çok çeşitli iktisadi, toplumsal ve iktisat-dışı nedenlerinin (hukuki, demografik, vs.) de bulunduğu bir ortamda işlenen toprak yüzölçümünün arttırılması mümkün olabilir mi, kısmen olsa bile bir çözüm olabilir mi? Bizce olmaz.
İkinci amaç ise AKP’nin iş yapma tarzına ve talan mantığına daha yatkın olanıdır. Ama önce ilgili yasaya ve yönetmeliğe daha yakından bakalım.
5403 sayılı yasa tuzaklarla doludur. Kiralamadan kalkıp kamulaştırmaya kadar gidebilecek yollar açıktır. Biraz daha yakından bakalım. 5403 sayılı yasada ve özellikle “Tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi” başlığını taşıyan 8. Maddesinde 2014 yılında önemli değişiklikler yapılmıştı. Bunlar daha çok toprakların miras yoluyla bölünmesine karşı önlemleri içeriyordu. Geçen 10 yılda bu yöndeki uygulamaların -varsa- ne kadar etkili olduğunu ölçebilecek sayısal verilere sahip değiliz. Ancak 2014 değişiklikleri içinde yer alan 8/K maddesinin birinci fıkrasının son iki cümlesini aktarırsak “kiralamayı” aşan niyetlerin varlığına işaret etmiş oluruz. Bu son iki cümlede, “Bu Kanunun uygulanması ile ilgili olarak, ihtiyaç duyulması hâlinde, yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğünün altındaki tarımsal arazileri yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğüne çıkarmak veya mülkiyetten kaynaklanan ihtilafları gidermek amacıyla kamulaştırma ile satım işlemleri Bakanlığın talebi üzerine Maliye Bakanlığınca ilgili mevzuatına göre yerine getirilir. Kamulaştırma ve alım işlemleri gerektiğinde Hazineye ait taşınmazların trampası suretiyle de yapılabilir”.
8/K maddesinin izleyen dört fıkrası yasaya Mart 2023’te eklenmiştir ve burada konu edilen “kiralamaya ilişkin” Yönetmelik’in dayanağını bu fıkralar oluşturmaktadır. (Yönetmelik, 8/K maddesinin birinci fıkrası yokmuş gibi hazırlanmış, ama o fıkra orada duruyor!). 8/K 2. Fıkrasına göre, “Bakanlık; Hazinenin özel mülkiyetinde veya Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan tarım arazileri hariç olmak üzere, mülkiyeti gerçek ve tüzel kişilere ait olup, hisselilik, mülkiyet ihtilafı, parçalılık, tarımsal faaliyete son verilmesi, göç veya başka bir sebeple üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerini tespit ederek, ekonomiye kazandırılması ve kamu yararına kullanılması için bu arazileri kira geliri arazi maliklerine ait olmak üzere ve arazinin vasfının değiştirilmemesi şartıyla sezonluk olarak rayiç bedelden aşağı olmamak üzere kiraya verir”. (Yönetmelik m.10’da, “Rayiç kira bedelinin tespitinde kullanılacak ortalama birim kira değeri kiralanacak parselin eğimi, yerleşim yerine, pazara ve yola mesafesi gibi objektif kriterler dikkate alınarak ve gerekçeleri belirtilmek kaydıyla yüzde 15 oranına kadar artırılıp azaltılabilir” hükmüyle Arazi Kiralama Komisyonu’na önemli bir yetkinin aktarıldığı görülmektedir).
Kiralamada öncelikli gruplar olarak, “kiraya verilecek arazinin bulunduğu yerleşim yerinde ikamet edenler ya da 5488 sayılı Tarım Kanununun 3’üncü maddesinde belirtilen sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları” (8/K/3) tanımlanmakta, “öncelikli gruplardan istekli çıkmaması halinde diğer isteklilerden en yüksek teklifi verene kiralanır” (8/K/4) denilmektedir. Peki 5488’de sivil toplum örgütleri nasıl sayılmaktadır? Şöyle: “Tarımsal alanda faaliyet gösteren kooperatif, birlik, dernek ve vakıflar ile gönüllü̈ kuruluşlar”. Bunların hangi somut kuruluşları kapsadığını belirlemek, 23 yıllık iktidarında çiftçinin çıkarlarına odaklanmadığı bilinen bir siyasi yönetimine ait olacaktır! İktidara yakın dernek, vakıf ve gönüllü kuruluşların pek karanlık bir sicilleri olduğu da biliniyorken! Kaldı ki, 5488 sayılı kanunda “meslek odaları” ifadesi geçerken, Yönetmelik bunları teke indirmektedir: Ziraat Odaları! (Yönetmelik, m.4). Yani çoğunlukla iktidarın arka bahçesine dönüşmüş Odalar! Bu bile STK bahsini kuşkuyla karşılamaya yeter.
8/K’nın beşinci fıkrasında yer alan “Arazi maliklerine veya hak sahiplerine ulaşılamaması halinde kira bedelleri araziye özgülenerek bir kamu bankası nezdinde açılacak vadeli hesaba yatırılarak nemalandırılır. Mülkiyeti ihtilaflı arazilerde ihtilafın giderilmesi halinde biriken kira geliri ve ferileri hak sahiplerine dağıtılır” hükmündeki muğlaklık (hak sahibinin/sahiplerinin belirsizliği) Yönetmelik’le de çözüme kavuşturulabilmiş değildir.
Bütün bunlara bakıldığında, AKP uygulamalarından aşına olduğumuz keyfilikler, rant ve yandaş kollama öncelikleri göz önüne alındığında, üreticilerin ve (mülkiyet) hak sahiplerinin çıkarlarının yeterince korunabileceği konusunda haklı kuşkular oluşmaktadır. Nasıl ki 2012’de 30 ilde/büyükşehirlerde 16.220 köy bir çırpıda mahalleye dönüştürülerek köy tüzel kişiliğine ait on binlerce arazi özel çıkar sahiplerinin talanına açıldı, nasıl ki meralar önemli ölçüde yağmalandı, kent arazileri yandaşlara peşkeş çekildi, bu defa da “işlenmeyen tarım arazileri” muğlak ifadesi ardına sığınarak özel ve tüzel kişilere ait tarım arazilerinin önemlice bir bölümü pekala AKP’ye yakın çevrelere, yerli ve uluslararası şirketlere kiralama ve kamulaştırma yöntemleriyle sunulabilir kıvama getirilmektedir! İşlenmeyen verimli tarım arazilerinin envanterini çıkaran, ilgili tarım il/ilçe müdürlüklerinden özel bilgilere ulaşabilen fırsatçıların en fazla AKP il/ilçe örgütlerine, AKP iktidarının tepelerine yakın olmaları bir sürpriz olur muydu?
Sonuç: AKP gitmeden olmaz, ama o da yetmez
IMF programının başlangıç yıllarında üretimi terk eden çiftçi sayısında patlama yaşanmıştı. (Dünya Bankası’nın 2001-2007 arasında uygulanan Doğrudan Gelir Desteği projesi tam da bunu istiyordu). Daha sonra bu eğilim duruldu. Hatta biraz da kentlerden kırsala tersine göç bile yaşandı. Ama son yıllarda tarımsal üretimi terk etme ikinci bir patlama yaşanıyor. Burada asıl etken ekonomik ve sosyaldir. Çiftçilik üreticinin kazanç sağlayabildiği bir faaliyet alanı olmaktan çıkmıştır/ çıkmaktadır. Yüksek girdi ve kredi maliyetleri ama düşük ürün fiyatları yani iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine dönmesi, bitkisel ve hayvansal üretimde verimlilik sorunlarının çözülememesi ve belirsizlik etkenlerinin giderilememesi çiftçileri bu geleneksel faaliyet alanından soğutmuştur. Küçük-orta çiftçilerde aile içi ikame olanakları da giderek azalmaktadır: Çiftçi çocukları tarım dışı faaliyetlere ve refah düzeylerini yükseltecekleri kentsel alanlara yönelmektedir. Kırsal göçün hâlâ sürmesinin güncel bir nedeni de budur.
Tarımda işlenmeyen alanların çoğalmasının ardında 2000’lerin öncesinden gelen bir yığın hukuki sorun da vardır. Mülkiyetlerin miras veya göçle parçalanması, esasen çok parçalı “tarımsal işletme” sorununu daha da büyütmektedir. Küçük parçalar üzerinde tarım yapmak verimsiz olduğu ölçüde topraklar terk edilmektedir. Hızlı demografik artışa bağlı nedenler on yıllar önce mülkiyet bölünmelerini hızlandırarak olumsuzluk üretirken, şimdi de zayıf nüfus artış hızı tarımsal işletmelerin sürdürülmesi bakımından sorun yaratmaktadır.
Tarımsal toprakların tarım dışı faaliyetlerin (kentleşme, turizm, sanayi) artan baskısı altına girmesi de işlenmeyen tarımsal arazilerin miktarını ve payını yükselten önemli etkenlerden biri durumuna gelmiştir. AKP iktidarı bu olumsuz gidişatı frenleyici değil teşvik edici bir rolde olmuştur.
Ekonomiye bağlı olsun ekonomi-dışı olsun, bütün bu olumsuzluklara karşı çözümler düşünülebilirdi. Arazi toplulaştırması faaliyetlerinin şimdiye kadar çok daha ileri aşamalara varması gerekirdi. Bunun gerektirdiği bütçenin ve teşkilat yapısının eksiksiz olması beklenirdi. Tarım ekonomisi alanında neler yapılabileceğine ise, bu yazının başlangıcında sayılan olumsuzlukların nasıl giderileceğinin düşünülmesiyle başlanabilir. Tarımsal toprakların ve çiftçilerin en fazla korunmaya alınması gereken zenginliklerimiz olduğu gerçeğinin kavranması şartıyla elbette. CHP bile bu noktaya henüz gelebilmiş değildir.
Tarımı ve tarımsal üreticiyi öncelikle korumak, ülkenin gıda egemenliğini savunmak gibi (toplumcu ve bağımsızlıkçı) stratejik hedefleriniz yoksa, hiçbir çözüm üretemez ve sonuçlarına katlanırsınız. Bu sonuçların en vahimi de tarımda ithalata ve özellikle de dünya girdi/gıda tekellerine bağımlı olmaktır. Burada kamuculuk (yani çiftçiye daha fazla parasal/ayni destek ve rehberlik) yetmez, devletleştirmelerin ve yeni KİT’ler oluşturulmasının devreye girmesini, gübrede, tohumda, yemde, ilaçta ithalat bağımlılığının sonlandırılmasını gerektirir. Her durumda ilk adım kamuculuk yönünde atılmalı, tarımsal destekler GSYH’nin şimdi olduğu gibi binde 2,2’sine değil binde 20’sine yükseltilmelidir. (Yani 2024 için 91,5 milyar TL değil 832 milyar TL’lik bir tarımsal destek bütçesinden söz ediyor olmalıydık bugün). TC Ziraat Bankası’nın tamamen bir çiftçi bankasına (hatta bir tarımsal kooperatif bankasına) dönüştürülmesini, çiftçilerin kooperatiflerde örgütlenmesini gerektirir. Ulaştırma politikalarının sadece sanayi ve madencilik değil tarımı da içeren tüm üretken sektörlerin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesini şart koşar. Bütün bunlar da AKP’nin gönderilmesinden daha fazlasını, yani çok daha köklü bir siyasi dönüşümü gerektirir.