'Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu 'mezhepçilik'ten ya da 'Kürt düşmanlığı'ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik 'komünizmle mücadele'ydi...'

1978’de ne oldu? Maraş katliamına giden yol

1978 yılının Ekim ayında Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran partisinin il temsilcileri toplantısında yaptığı konuşmada yaklaşmakta olan felaketi adeta bir kehanette bulunur gibi haber veriyor ve şöyle diyordu:

"Doğu illerinin bazıları faşist açık ve gizli örgütlerin özellikle yuvalandığı ve güçlü olduğu iller haline getirilmişlerdir. Bu iller Güneydoğu bölgesini kuşatmaktadır. Ayaklandırma kışkırtmaları ve girişimleri için adeta özel olarak görevlendirilmişlerdir. Buralardan bölgedeki diğer illere ‘takviyeler’, ‘bindirilmiş kıtalar’ gönderilmektedir. Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Elazığ, bu çeşit illerdendir. Buralarda ayaklanmalar başlatılacak, sonra bu çeşit olaylar bir çayır yangını gibi diğer illeri sarıp genişleyiverecektir. Bu hengâmede Doğu ve Güneydoğu’daki tüm ilerici, sol güçler, demokratik toplumsal mücadele kırılıp bastırılacak ve giderek tüm ülkeyi kapsayan bir faşist cunta yönetimine en azından bölge bölge gidilecektir. Plan budur."

Peki ne olmuştu, buraya nasıl gelinmişti? Anlatmaya çalışalım.

1978’in hemen başında, aylar süren çalışmalar sonunda nihayet Ecevit yeni hükümeti kurmayı başarmıştı, ancak bu hiç de kolay olmamıştı. CHP 6 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmayı başarmıştı ama vekil sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. Ecevit seçimlerin ardından hükümeti kurmak için çeşitli girişimlerde bulundu ama başaramadı ve 21 Temmuz günü 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Ancak 2. MC’nin ömrü ilki kadar uzun olmayacak, Kasım ayındaki yerel seçimlerden CHP’nin büyük bir zaferle çıkmasının ardından Adalet Partisi’nden arka arkaya vekil istifaları gelecek ve başbakanlığını Demirel’in yaptığı hükümet muhalefetin verdiği gensoru önergesiyle düşürülecekti.

O esnada Ecevit istifa eden vekillerle temas kuracak, hükümet kurabilecek sayıya ulaşmak için transfer teklifinde bulunacaktı. Florya’daki Güneş Motel’de yapıldığı için “Güneş Motel hadisesi” olarak adlandırılan görüşmeler neticesinde AP’li 12 vekil transfer edilecek ve bu isimlere yeni kurulacak hükümette bakanlık sözü verilecekti. AP hükümetinin 31 Aralık günü düşürülmesinin ardından Ecevit yeni hükümeti kurmayı ve 5 Ocak 1978’de de Meclis’ten güvenoyu almayı başardı, 1974’den sonra ikinci kez başbakan oluyordu.

Ecevit kendi misyonunu radikal solu engelleme ve antikomünizm olarak çok açık bir şekilde ortaya koymuş olsa da hem devletin güvenlik aygıtı hem de faşist hareket, sosyalist solun böylesine güçlü olduğu bir dönemde “ortanın solu”ndaki CHP’nin iktidara gelmesinin sola çok daha geniş bir alan açacağını, sokakta elini güçlendireceğini ve devlet aygıtı içerisindeki yarılmayı derinleştireceğini düşünüyordu.

Bunun üzerine Ecevit iktidarını devirmek için sola yönelik faşist terörün şiddetlendirilmesine karar verildi. Farklı sol örgütlere yönelik silahlı saldırılardan kamuoyunda solcu olarak bilinen aydınlara yönelik suikastlara ve oradan da kitle katliamlarına uzanan bir genişlikte şiddet adım adım tırmandırıldı. Ancak mesele tek başına Ecevit hükümetini devirmek değildi. Şiddet aracılığıyla Ecevit’e sıkıyönetim ilan ettirmek ve oradan darbeye giden yolun taşlarını döşemek, yüzü sola dönük toplum kesimlerini yıldırıp sindirmek ve sağ seçmen nezdinde MHP’yi ciddi bir seçenek haline getirmek de hedefler arasındaydı.

İşte bu süreçte ilk büyük saldırı 16 Mart 1978’de geldi. İstanbul Üniversitesi’nde okuldan toplu çıkış yapan devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı ve saldırıda 7 öğrenci yaşamını yitirdi. Aynı ayın 24’ünde kontrgerillaya ve MHP’ye yönelik soruşturmalarıyla bilinen ve MHP’li yöneticiler tarafından alenen hedef gösterilen Doğan Öz öldürüldü. Nisan ayında, tam da Boran’ın işaret ettiği illerden biri olan Malatya’nın sağcı kimliğiyle tanınan belediye başkanı Hamid Fendoğlu’nun evine bir bombalı paket gönderildi ve hemen ardından kentteki CHP bürolarına, sendikalara, solculara ve Alevilere yönelik bir saldırı dalgası başladı. Malatya’daki katliam girişiminde 8 kişi ölürken, 100’e yakın kişi de yaralanacaktı.

Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert’in 11 Temmuz 1978’de katledilmesinin ardından 10 Ağustos’ta Ankara Balgat’ta solcuların gittiği kıraathaneler tarandı ve 4 kişi yaşamını yitirdi. Eylül ayında ise yine Boran’ın işaret ettiği illerden bir diğerinde, Sivas’ta, Alevilerin yoğun olarak yaşandığı ve devrimcilerin güçlü olduğu Alibaba Mahallesi’nde bir katliam gerçekleştirildi. 4 Eylül’de başlayan saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirecek, 100’den fazla kişi de yaralanacaktı. 8 Ekim günü ise faşist terör Ankara’da sahneye çıkacak ve Bahçelievler’de TİP üyesi 7 öğrencinin canını alacaktı. Boran, katliamların gelişini haber vermişti ama silahsız öğrencilerin Ankara’nın göbeğindeki bir ev baskınında katledileceği bir vahşeti o da tahmin edememişti.

Bahçelievler’in ardından faşist terör tekrar kalemini, zekâsını ve bilgisini halk için kullanan bilim insanlarına yöneldi ve 20 Ekim günü İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım günü vurulan Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Necdet Bulut ise yaşam mücadelesini 6 Aralık günü kaybetti.

İşte Maraş Katliamı’na böyle gelindi. 19 Aralık’ta “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı antikomünist bir filmin oynadığı sinemada salon ülkücülerle doluyken bir ses bombası patlatıldı. İki gün sonra ise TÖB- DER üyesi iki devrimci öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü. Öğretmenlerin cenaze töreni öncesi solcuların cuma günü camilere saldıracakları yönünde yalan haberler dolaşıma sokuldu, cuma günü ise kimi camilerde “bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz” diye vaazlar veriliyordu.

TÖB-DER’li öğretmenlerin cenaze törenine yönelik saldırılar genişleyerek Alevilerin ve solcuların iş yerlerine yönelik saldırılara dönüştü ama bu saldırılara devrimciler tarafından karşılık verildi ve üç ülkücü öldü. Ertesi gün belediyeye ait hoparlörlerden "Kızıllar üç kardeşimizi şehit etti. Cenazeleri almak için hastane önünde buluşalım", "Kızıllar kentimizi bastı" şeklinde anonslar yapılıyor, “Aleviler içme suyuna zehir kattı, mahallerindeki camileri yaktı” diyerek Sünni-muhafazakâr-milliyetçi ve antikomünist kitleler kışkırtılıyordu.

Toplanan kalabalık Alevilerin yaşadığı ve hem CHP’nin hem de devrimcilerin güçlü olduğu mahallere yönelik saldırıya geçti ve aralarında CHP, TİP, TKP, TÖB-DER, POL-DER binalarının ve Sağlık Müdürlüğü'nün bulunduğu 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı, resmi sayılara göre 111 kişi katledildi, yüzlerce kişi de yaralandı.

MİT’in 17 Aralık 1979 tarihli raporunda katliamın MHP Maraş il örgütünde MHP Maraş yöneticileriyle Ülkücü Gençlik Derneği üyeleri tarafından planlandığı, Maraş’taki solcu ve Alevilere bir ders verilmesi için solcu Alevilerin yaşadığı mahallelere saldırılması kararı alındığı belirtiliyordu. Sonrasında TÖB- DER’li öğretmenlerin cenazeleri bahane edilmiş ve belirlenen semtlerdeki özellikle devrimcilerin yaşadığı evler öncelikle hedef alınmıştı. Katliamın sonrasında davanın müdahil avukatları da faşist terör tarafından hedef alındılar ve 3 Şubat 1980’de Halil Sıtkı Güllüoğlu, 3 Mayıs 1980’de Ahmet Albay ve 10 Eylül 1980’de Ceyhun Can katledildi.

Velhasıl Maraş’ta hedef alınanlar Türk ve Kürt fark etmeksizin Alevilerdi, katliam için sokağa çıkan kitleler de Sünni, muhafazakar ve milliyetçiydi doğru ama Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu “mezhepçilik”ten ya da “Kürt düşmanlığı”ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik “komünizmle mücadele”ydi ve Alevi kitlelerle devrimciler arasındaki bağlantıları koparmak, Ecevit hükümetini devirmek, sol muhalefeti sindirmek, özellikle taşradaki sağ tabanı konsolide etmek, sıkıyönetim ilanı ve sonrasındaki bir darbe aracılığıyla iktidarı almak gibi çok sayıda hedef iç içe geçmiş durumdaydı.

Bugünlerde memlekette tarih geriye doğru yazılırken, zamanın ruhuna uygun bir şekilde ve elbette ki bilinçli olarak her mesele “kimlikler” eksenine yerleştirilmeye çalışılıyor, kimlik-merkezli bakış her şeyin önüne geçiyor ve sınıf perspektifi unutturulmak isteniyor. Oysa Maraş, 12 Eylül’e doğru giden Türkiye’de yaşanan “iç savaş”ın ve o savaşın ana nedeni olan sınıf mücadelesinin somutlaştığı, o savaş ve mücadeleden kaynaklı bir tertip ve kanlı bir katliamdı, söz konusu kimliklerin hedef alınmasının ve katliamın nedeni de esas olarak bu mücadeleydi.

Geçmişi doğru anlamadan bugünü de yarını da doğru bir şekilde anlayamayacağımıza göre, Maraş’ı da hakiki bağlamına oturtmamız ve öyle hatırlamamız bir zorunluluk teşkil ediyor. Hafızasızlaştırmaya karşı sahici bir hafıza savaşı vermek tam olarak bunu gerektiriyor.