Emekçiye Karşı “Planlı-Programlı” İşler…

AKP hükümeti, emekçilere yönelik yaklaşımını TEKEL direnişi sırasında en açık biçimde ortaya koymuştu. Özellikle Maliye Bakanı, Çalışma Bakanı ve Başbakan’ın azından yapılan açıklamalarda emek piyasasının esnekleştirileceği yani emekçilerin güvencesiz, örgütsüz ve kuralsız bir ortamda çalışmaya zorlanacağı son derece kesin biçimde dillendirildi. Esnek çalışmaya karşı direnen başta TEKEL işçisi, itfaiye işçisi ve diğer emekçilere reva görülen tazyikli su, gaz bombası ve gözaltılar da yine bu konudaki yaklaşımları sergilemesi bakımından önemliydi.

Peki, AKP’yi emekçi karşıtı politikaları uygulamaya yönelten ve canhıraş biçimde bu politikaları savunmaya iten neden neydi?

Aslında Başbakan, 31 Ocak tarihinde TRT’de yayınlanan Enine Boyuna adlı programda bu sorunun cevabını açıkça veriyordu. Bir gazetesinin “TEKEL işçileri, eczacılar, doktorlar, avukatlara yönelik çalışmalar bir “dönüşüm”. Bu “dönüşüm” iyi yönetilebiliyor mu, zamanlaması iyi yapılabiliyor mu?" sorusuna karşılık olarak Başbakan: "Bunlar planlı ve programlı işler, ertelendiği zaman da 'niye bu kadar ertelediniz?' diye sorulur” diyor ve ekliyordu: “Sırtımızdaki yumurta küfesi çok ağır. Bunu hafifletmemiz lazım. ’Acaba bu ne der, şu ne der’ diye bakarsak, hiçbir adımı atamayız.”

Bu sözleriyle Başbakan, emekçi karşıtı politikaların sırtına “yumurta küfesi” olarak yüklendiğini ve bunun kendisinden hesabının sorulacağını söylüyor. Yani Başbakan’ın sözlerinden anlaşılan bu politikaları dışarıdan birilerinin “zorlamasıyla” uyguluyor. İyi de “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ını toplumun çok büyük bir bölümünü oluşturan ücretlilere karşı bir tutum sergilemeye kim, hangi tehditle zorlayabilir?

Biz Başbakan’ın sözünü ettiği “planlı ve programlı” işler ertelediğinde “başına neler geleceğini bilemeyiz”. Ama Başbakan’ı tehdit ederek, yönettiği ülkenin çok büyük kesimine düşman hale getiren bu “planlı ve programlı” işlerin neler olduğunu ve işlerin gerçek sahiplerini bilebiliriz. Çünkü onlar kendilerini hiç saklamazlar. Kimi zaman IMF, kimi zaman Dünya Bankası, kimi zaman AB, kimi zaman da OECD olarak çıkarlar karşımıza. Ve bu ülkede yaşayan insanları ve tabi en başta da emeğiyle geçinenleri işsizliğe, yoksulluğa ve daha derin bir sömürüye mahkûm edecek politikaları hükümetlerin önüne koyarlar. Bunlardan en sonuncusu OECD’den geldi.

OECD, geçen hafta açıkladığı Büyümeye Geçiş 2010 raporunda yine Türkiye’de emek piyasasının daha da esnekleştirilmesini ve kıdem tazminatının kaldırılarak, asgari ücretin düşürülmesi gerektiğini buyurdu. Bununla da yetinmedi, eğitim sisteminin piyasanın ihtiyacını karşılayacak biçimde yeniden düzenlenmesini, özelleştirmelerin devam etmesini ve teşvik adı altında sermayeye kaynak aktarılması gerektiğini de ekledi. Yani Başbakan’a sırtındaki yumurta küfesini bir kez daha hatırlatmış oldu.

OECD ya da kapitalizmin küresel düzeydeki diğer kurumları, kapitalizmin bekası için bu ve benzeri emekçi düşmanı politikaları güdümleri altında bulunan ülkelere dayatmaya bundan böyle de devam edeceklerdir. Burada önemli olan Yunanistan’da olduğu gibi bu dayatmaların uygulanmasını engellemek üzere emekçi sınıfların direnç göstermesidir. Bugüne kadar Türkiye’de olduğu gibi emekçi örgütleri seslerini çıkartmaz ve hatta bu kurumlardan biri olan AB’nin savunuculuğunu yapmaya devam ederlerse başbakanlar da sırtlarındaki küfenin hesabını kolayca verir ve emekçileri eze eze iktidarlarını sürdürmeye devam ederler.