İstanbul’u Satıyorum…

Kimileri 15 milyon diyor, kimileri 17, kimileri 20 milyon.

Bu kentte ne kadar insan yaşıyor belirsiz, resmi verilerin hepsi değerini yitirmiş durumda.

Bilinen tek şey var o da her gün daha da kalabalıklaşıyor olması.

Peki, bunlar kimler?

Biliyoruz ki, Anadolu insanlığı eskisi gibi “taşı toprağı altın” diyerek İstanbul’a koşmuyor, tersine yoksulluk ve işsizlikten köylerine dönenler, “artık yaşanmaz oldu” deyip kaçanlar var.

2 milyona yaklaşan Suriyeli savaş mağdurları, bazı insan tacirleri, Haymatlos durumuna düşmüş Uzakdoğulular, Irak, Arabistan ve Katar’dan gelenler kentin her yerindeler.

Savaş mağdurlarının büyükçe bölümü yoksullukla pençeleşiyor.

Çocuklarıyla birlikte sokaklarda dilenen binlercesi var.

AKP’nin eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi fonlarından beslenenler ise hiç azımsanmayacak kadarlar.

Maaşa bağlananlar ne kadar tam bilinmiyor ama “fişli market” alış-verişine kadar rahatlık yaşadıkları biliniyor.

Tarabya sırtlarına, yalılara, köşklere, sahillere, yedi tepelere sevdalıların ortak özelliği ise, pahalı konut satın almak!

Her yerdeler.

Adalar, Bostancı, tüm Kadıköy sahili, boğazın her iki yakası, Sultanahmet, Beyoğlu, Etiler, Levent, Bebek, Sarıyer işgal ediliyor.

Kıyıyorlar paraya, Ataköy’de dolgu alanına dikilen tabutluklara 2.5 milyon dolar filan veriyorlar!

Gökdelen çirkinliklerin tamamı bunlar için dikiliyor.

Betonların suya ve yeşile bakanını seviyorlar.

En lüks oteller ve pahalı alış-veriş merkezleri bunlarla dolu.

Bankaları, kendi giyim tarzları için mağazaları ve lokantaları var.

Kentin merkezi alanlarındaki esnaf tabelaları Arapça.

 Her şey satılık.

Hanlar, hamamlar, saray yavrusu köşkler, villalar, yalılar.

Kültürel miras olduğu bilinen onlarca mimari doku restorasyon adıyla tahrip edilerek hızlıca el değiştiriyor.

Beyoğlu, Tarlabaşı, Karaköy, Balat, Sütlüce bu güzellemenin merkezi.

Çeşmelerin ve camilerin dışında ne varsa satılık dersek abartmayız.

Duruma baktıkça; yıllar öncesinden Ferhan Şensoy’un “İstanbul’u Satıyorum” oyununda; Mimar Sinan’ı oynayan Münir Özkul ustanın, koltuğunun altında T cetveli ile sahneye girişi ve Laz müteahhidi oynayan Erol Günaydın ağabeye, “Bre gafiller ne ettiniz benim İstanbul’uma?” diye bağırışı düşüyor aklıma.

Bugün durum birebir aynıdır.

Kent koskoca bir şantiye halindedir.

Yeşilin ve suyun olduğu her yere beton konduruluyor.

Parklar, deprem toplanma alanları delik deşik ediliyor.

Kuzey’de kesilen milyonlarca ağacın yerinden, plastik ve çimentodan yeni bir İstanbul oluşmak üzeredir.

Belgrat ormanlarını görseniz ağlarsınız.

Bütün ülkedeki kentsel üleşimde olduğu gibi, mimarlar ve kent bilimciler sürecin dışına itilmiştir ve yargı kararları dinlenmemektedir.

3. köprü ve hava limanı inşaatının bağlantı yolları için, talan edilmedik yer kalmamıştır.

Gökyüzünden bakıldığında, kenti kuşatan ormanların içinde ve su havzalarının çevrelerinde binlerce konut görülmektedir.

Tüm kentin sahilleri doldurularak, betona tapınan bir imparatorluk ilan edilmiştir.

Surların içlerinden bile gudubet binalar yükselmektedir.

Tarihi yarımada bitirilmiştir.

Sırada yapılaşmaya kapalı olduğu halde adalar vardır.

Anlayacağınız, “bin kocadan arta kalan” hiçbir şey bırakmamak için adeta yemin edilmiştir.

Bu bir yok ediş gerçekliğidir ve ülkeyi talan ederek yaşamını sürdüren haramiler durdurulmadıkça, kurtuluşu imkânsızlaşmıştır.

[email protected]