Gürültü

Kızım usulca kapıyı aralayıp, sağa sola baktıktan sonra, çalıştığım odada benden başka kimseyi göremeyince, daha da şaşırmış olarak “Baba kiminle kavga ediyorsun?” diye sorduğu zaman anlamıştım: şiir çalışırken odamdan dışarı kavga sesi gidiyordu ve bu da onun için ürkütücü oluyordu. Bu ürkme dozuna bir de, böyle kişilerin yakınlarını kavga içinde görme ruh hallerini ekleyin!

Gürültü kavramı, sesin rahatsız edici oluşunu içerir. ‘Sesin rahatsız ediciliği’, hafifsemeye gelmez. Fizyolojik, psikolojik bozukluklardan, denge kaybına, salaklaşmadan, kafa üşütmeye, bayılmadan ölmeye dek sonuçları vardır. Kaynağının açıklaması ne olursa olsun, sonuçta gürültü gürültüdür.

Bazı uğraşlarda, o uğraşın direkt ya da dolaylı sonucu olan sesler, uğraş sahibini rahatsız etmeyebilir. Hatta şarkı gibi hoş geleni bile vardır. Sözgelimi balıkçı ve dalga sesi. Bütün gün denizde olta atan adam, akşamları da, neden deniz kıyısında sevgilisiyle volta atmasın? Hatta, ‘Zaten denizcinin başka yerde işi ne?’ bile diyebiliriz.

Peki, tren makinisti, tramvay vatmanı ya da egzoz tamircisi, uğraşı süresinde dinlediği sesi, sevgilisiyle oturduğu akşam yemeğinde ‘fonda’ dinlemek ister mi? Ya da, cerrah ve inleme sesi dişçi, marangoz, makineli delici işçisi...ve zır zır, tak tak, pat pat sesi...kan, toz ve is içinde....akşam yemeğinde sevgilisiyle otururken?

Gerçi bu örnek de, postacının izin gününde, ‘Bari şu boş günümde şehri bir dolaşayım!’ demesine benzedi ya!

Kargayı sevdiğim için, karga sesinden rahatsız olmam, ama, ben esasında sevmediğim adamın sesinden de gıcık olurum. Bazıları, ‘Adam pisliğin teki, alçak, adi, hırsız, katil, müptezel, ama, kardeşim Allah bir ses vermiş, onun gibi türkü okuyan yok!’ diye düşünebilir. Kimseye önermiyorum, ama, şahsen, onu dinlerken ‘kişilik özelliklerini’ unutup da ‘meziyetlerine’ ulaşamıyorum. Tersi de var: kişilik özelliklerine hayranlık duyduğum fakat sesi katlanılmaz derecede hırıltılı tanıdıklarım. Olsun, ‘kadı kızında bile bu kadar kusur bulunur!’. Ağzından bal akan böyle bir bilge dostum var, ‘sesi olmasaydı’ diye düşünmek bile istemem. Ruhu çiçek bahçesi, kalbi bal kovanı, bakışı petektendir. İğnesine katlanırım.

Sivrisineğinki dahil, hiçbir canlının sesi ‘doğa kirlenmesi’ yaratmaz. İnsan hariç. Yani, insan dolayısıyla çıkan sesler hariç. Eksoz, motor, vinç, uçak, nükleer santral, tank, uzay roketi, makineli deliciler, motosiklet, metro, otoyollar, statlar, ralli pistleri, konser aygıtları, radyo cızırtısı, tv paraziti diye bir ömür durmaksızın saysak da bitmeyecek denli çoktur. Hayatımıza ses kirlenmesini ekleyen insandır. Doğallığı ve yararı olmayan ses gürültüdür. Gök gürlemesi büyük potansiyeli olan sestir, fakat kirlenme değil, tam tersi yağmurun habercisidir. Korkanı hoşuna değil boşuna korkar. Hayatımıza insanla eklenen en ‘heyecan verici’ kir, havai fişektir. İnsanların onu, kıçlarına kına yakarak seyredişleri bundan olsa gerek!

Gerçi ‘her musibette bir nimet vardır’! İşte, psikolojik bozukluğunun çaresini klarnet öğrenmekte arayan kapı komşum aletini öttürmeye başladı ve delirmemek için evden kaçarken, ‘gürültü’ diye şu yazdığım yazı geldi aklıma! Kimi ‘şom ağızlı’ dostlarım, belki komşuma ‘duacıdır, ama, komşumun o rotasız, notasız, klarnete bile hakaret özelliği taşıyan gürültüsü olmasaydı ne yazacaktım acaba, onu hesaplamadan!

Evet, hiçbir hayvan, ses kirliliği yaratmaz. Zaten onun için de ben, gürültü yapan adama ‘Hayvan!’ demem. Arının vızıltısı balın habercisidir, tavuğun yırtınması yumurtanın, kedinin ciyaklaması ‘Mart’ ayının, horozun ötmesi sabahın. Başbakanın konuşması ise felâketin! Doğada kirlilik yaratan hayvan var mı bilmiyorum. Esasında ‘yok’ diyordum da, son günlerde, İsviçre’deki bir tartışma nedeniyle ‘bilmiyorum’ demeye başladım. Tartışılan konu, ineklerin çıkardıkları gaz. TV de izledim: ülkedeki bilmem kaç milyon ineğin, her gün çıkardıkları gazı ve bunun hava kirlenmesindeki büyük etkisini konuşuyorlardı. Hani, üflesen altından yine insan çıkar. Çünkü, özellikle otoyollar kıyısındaki yamaçlarda otlayan ineklerin gazıydı tehlike yaratan. Konumuz ‘ses ve gürültü’ olduğu için ‘gaz’ konusunu geçiyorum. Benim ineklerden duyduğum bağrış ve çan sesleri ki, ondan da hamdolsun rahatsız değilim.

Sesin sizde gürültü etkisi bırakması, onunla ilgili yorumunuza da bağlı. Sözgelimi, siren sesiyle geçen aracın polis olması rahatsız eder de, ambulans olması yardımcılık duygunuzu canlandırabilir. Ya da ambulans geçerken, ‘ölümle yarış’ hali ile ‘doğuma varış’ hali duygu dünyanızda gürültüye ayrı anlamlar kazandırır.

İnsandan insana da farkı var, konumdan konuma da. Yani, sesin size etkisi açısından. Kimi insan, kapısı önünde dolaşan kedinin ayak sesine uyanır. ‘Yok artık’ demeyin. Başımdan geçti. O dönemin işkencehanesi Sansaryan’da kaldığım günlerde, ne zaman hücre önünden kedi, o kendine özgü hırıltısıyla geçse, az sonra işkenceci, birini almaya gelirdi. Hep gözü bağlı gidip geldiğimiz için, o kediyi görmem nasip olmadı. İşkencecimi de. Ama, kedinin ayak sesi de işkencecinin dayak sesi de aklımdadır.

Kimisi de var ki, kulak tozuna dayayıp davul çalsan uykusundan uyanmaz. ‘Bilinçsiz halk’ demeyeyim de, ‘cahil ahali’ böyledir.

Hem de devrimci bir gecede, diyorum ki, “Bak kardeşim, bu zurna, teknoloji öncesi bir alet, dağdan dağa sesinin çığlığı var, sen buna salonda susturucu takman gerekirken, önüne mikrofon istiyorsun!” O hâlâ, ‘Sazın önünde mikrofon var da benim zurnamın günahım ne?’ diye ısrar ediyor! Çarşı hamamının tellağını çağırsanız, mikrofona üflenmiş zurna sesinin salona yaydığı kiri keseleyip temizleyemez! Gel de o salonu, duygunun duru sesiyle durula!

Gök gürlemesi gürültü değil, ama, bence Meclis’ten canlı yayın gürültüdür. Gürültü ve ses kirliliğine karşı ‘acil tehlike’ anonsu veren Dünya Sağlık Örgütü’nün ölçüleriyle, üstümdeki fizyolojik, psikolojik etkisinden biliyorum. Gök gürlemesi gürültü değil ama Başbakan’ın bir eliyle ağzını örterek, yanındaki Bakan’a ya da Genel Kurmay Başkan’ına fısıldaması, gürültüyle derinden ilintilidir. İşte Dolmabahçe’de böyle fısıldadı da, ne ‘gürültü koptu’ gördünüz! Halkın sorunlarının nasıl ‘gürültüye getirildiğini’! Yani, gürültüyü sadece Başbakan’ın, mikrofonda, anfileri de sonuna dek açtırıp, sesinin son perdesiyle bağıra bağıra ‘Asla gürültüye papuç bırakmayız!’ diye konuşmasını, Dünya Sağlık Örgütü’nün ses frekansları ölçüsüne vurarak açıklayamayız. ‘Gürültüye gelmemek’ için, fısıltının kirlenme potansiyelini de hesaplamak, kulak ardı etmemek gerekli. Eh, TDK gibi en ciddi sözlük ve DSÖ gibi en ciddi kurum gürültüyü, ‘İnsanların üzerinde olumsuz etki yaratan ve hoşa gitmeyen sesler!’ diye açıklıyorsa, benim ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmalarını bu kategoriye katmam çok mu garip? Coşan da az değilmiş! Bana ne! Arabesk feryadıyla coşan da az değil!

Eskiden ‘su sesi, para sesi’ diye tekerlemesi vardı. Teknoloji ile, onun ritmi de çoğalarak bozuldu. Sözgelimi cep telefonu sesi eklendi. Derken, Başbakan’ın katırdan düşüp yatıra girdiğinden bu yana, ezan sesi, kuran sesi, sela sesi, bela sesi, hela sesi hatırı sayılır biçimde birbirine bulandı. Püskülü yeşil fesli gürültüye dönüştü. Üstelik, toplumun her kesiminde.

Diyelim ki, Bakırköy’den Taksim’e kalkan sarı minibüse bindiniz. Aracın şoförü, arabesk müzik serpiştirilmiş ‘ahlâk dersi programı’nı, minibüs boyu açmış. Tam o sırada, orta sıranın cam kenarında oturan modern hanımefendinin çantasında Rodrigo’nun Gitar Konçertosu başlıyor. Radikal okuru modern hanımefendi, Yeni Şafak okuru şoför efendiye, ‘Radyonun sesini biraz kısar mısın?’ diyor. Herkes gibi şöför de, az sonra ‘tanık olacağı özel durumların merakı’yla dolu olduğundan, zaten kısmak için eli radyo düğmesindedir. Modern hanımefendi, ‘Nalancığım, ben sana söylemiştim!’ diye başlıyor ‘handy’sinde ötmeye. Derken sol yanımdaki magandanın ‘halay havası’, aynı anda arkadaki amigonun ‘at kişnemeli’, derken sağ yanımdaki şişkonun kapı tokmağını andıran telefon zilleri birbiriyle yarışıyor. Herkes herkesle konuşma yarışında. Zaten konuşma özgürlüğü başka nedir? Tek yürümeyen trafik. O da ne ki? Minibüsten inip, Bakırköy ‘Akıl Hastahanesi’ne uğramak aklınızdan geçmez mi?

Bu kirlenmenin duşu da yok! Bu kirleticiliğin çüşü de yok!

Böyle ‘çüş’ü olmayan gürültünün bir türü de ‘kutsal ses’ler! Biraz yumuşatarak, ‘minarelere hoparlör takılalı beri’ diyelim. İnsaf: çıkmaz sokaklar dahil, her sokakta bir cami. Üstelik hepsi ‘teknolojik donanım’lı. Kaçacak yer de yok. Şahsen, imam olsam, iki cami arasında yaşayanların ağzına düşen sözlerden kurtulmak için başka iş arardım. ‘İlla her sokağın her camisinde ezan şartı Kitap’ta var mı?’ diye sordum gurbetçi İmam’a. ‘Her sokağın kilisesi çan vuruyor ya!’ dedi. Doğru, Basel’de sabahın 7'sinde başlıyor çan. 220 darbe saydım. Beynime.

Bazen bir ses, bir kesimde sevinç çağlaması, diğerinde kahır ağlaması doğurur. Gol sesi sözgelimi. Her golde stadın, hatta ülkenin yarısı sessiz yarısı gürültülü değil mi?

Niye olmasın, sevdayla andığınız bir ses, birden balyoza dönebilir. ‘İşkencede damla sesi’ demek, sohbete limon sıkmak olacaksa, ‘ayrılma eşiğindeki eşlerin kavga sesi’ diyeyim.

Bebek sesinden asla rahatsız olmam. Hele hıçkırık sesi, özellikle çocuklarda, acayip hoşuma gelir. Sanki büyümenin bağırdaki düğümü çözülmektedir. Hıçkıran bebeğini annesi bu duygunun büyüsüyle dinler.

Ayaklanmış halkın sesi, eğer beni almamışsa bordasına, öyle ‘bana’ zaten lanet olsun!

Savaş sesinin, sadece halk ve özgürlükler için olanı gürültü değildir. Gerisi, gürültünün sürüsü, çürümenin irisidir.

‘Sessizliğin sesi’ diye şiire başlayanlar kadar şiirden anlamam, ama, sesini bulmuş şiiri seslerin en derini sayarım.

İnsana anlamadığı ses de gürültü gibi gelir. Mozart’ı ‘zart zurt’ sanmak gibi. Tersi de doğrudur. Yani ‘zart zurt’u Mozart sanmak! Yoksa bunca insan niye hutbe dinlesin?

En nefret ettiğim ses, çocuklara ‘Kes sesini!’ diye bağıran işkembeci aile reisi ve esir düşmüş devrimciye ‘Konuş!’ diye öğüren işkenceci polisinin sesidir. Kiri karşısında gök gibi gürleyesim gelir, sel olup akasım, yakasına yapışasım.

‘Kiminle kavga ediyorsun?’ diye sorduğunda, kızıma, ‘Kendimle!’ dedim. Meltem gibi masumdu. ‘Kimin için?’ diye sorsaydı, ‘Senin için!’ diyecektim. Dalganın masumluğunda.