Bu dava ile Doğu Perinçek’in ihbarcılığı ‘resmiyet’ kazanmıştır!

Bu dava ile Doğu Perinçek’in ihbarcılığı "resmiyet" kazanmıştır!

soL Portal’da yayımlanan “Doğu Perinçek’in Vatan Anlayışı” başlıklı yazım nedeniyle, Perinçek’in savcılığa başvuru dilekçesinde “soL Haber sitesi’nin künyesinde sitenin sahibi İleri Yayımcılık Tanıtım ve Ticaret Ltd. Şti. denilmekte ancak domain araştırması yapıldığında internet sitesinin alan adı sahibinin Türkiye Komünist Partisi olduğu görülmektedir. Her ne kadar internet sitesinde bir şirket tarafından yayın yapılmakta ise de, arka planda bir siyasi partinin yönlendirmesinin mevcut olduğu, bu anlamıyla bir siyasi parti liderine bir siyasi partinin yönlendirmesi ile saldırıda bulunulduğu açıktır. Bu durum saldırı kastının yoğunluğunu ortaya koymaktadır” deniyor!

Mahkeme tutanaklarına da geçen kendi beyanları ile Doğu Perinçek’in "ihbarcılığı" bu dava ile "resmiyet" kazanmıştır. Bu "ihbar" dilekçesi nedeniyle de adım savcılık iddianamesinde “soL Portal’ın yazı işleri sorumlusu” olarak geçiyor. Devrimci bir yayının sorumlusu olmak onur vericidir fakat ben bu portalın sadece kendi yazılarından sorumlu yazarlarından biriyim! Hakkımda “hakaret ve iftira”dan dava açılmış, ama hakaret ve iftiranın daniskası Perinçek adına savcılığa yapılan "ihbar" dilekçesinde geçen ve yazımı “arka plandaki bir siyasi partinin yönlendirmesi” ile yazdığım türü sinsi, seviyesiz, isli, çamurlu ifadelerdir. İlkin: "Tetikçi yazarlık" gibi rezil bir anlayış taşıyacak kadar ne KP sığ ve haysiyetsizdir, ne soL portal yazarları ve ne de diğer devrimci yapılar, yayınlar ve yazarları. Sonra: "Tetikçi yazarların" çöreklenip beslendiği, efendisine yaltaklandığı, arsızlaşıp azgınlaştığı mekânlar Doğu’nun çok uzağında değil; kendi deyimiyle “bizim mevzimize geldi” dediği AKP’yi ve onun "havuzu"nu da içine alan “kendi mevzisinde” bolca "tetikçi yapı, yayın ve yazar" örneği bulabilir! Zaten herkesi "aynı çamurdan yapılmış" sanması da bundan, yani ufkunun "kendi mevzisi" kadar olmasından!

Savcılık sorgumda “hakkınızdaki suçlamalardan birisi ‘köpek benzetmesi’ yapmanız” dendiğinde, orada da belirttiğim gibi, ben bu ifadeyi "sahibine sadakat" benzetmesi olarak kullandım. Savcılık sorgumda, Uluslararası Hayvan Hakları Sözleşmesi’nden örnek verip, “Bu sözleşmede ‘hiçbir hayvan adı hakaret niteliği taşımaz’ diye belirtilmiştir" dediğimde, Savcı, 'Efendim, şimdi bir de Uluslararası Hayvan Hakları meselesi çıkarmayın, burası Türkiye” diye sinirlendi. Ama ne yapayım, ben Türkiye’nin çağdaşlaşması için mücadele ediyorum! Kısacası: "Sahibine sadakat"i "köpek sadakati"ne benzetmem nedeniyle "hakaretten" yargılandım! Asıl üzüldüğüm bu, yani soylu ve erdemli bir canlı olan köpeğe karşı mahçup oldum! Şahsen köpeği, çanağını yaladığı sisteme ve sistem temsilcilerine, hırsıza, zalime, soyguncuya, yobaza yalakalık yapan insan kılıklı yaratıkla mukayese bile etmem. Köpek, yanında doyup büyüdüğü kişiyi sahibi bilir, sahibine bağlılığının sınırı bu kadardır. Sahibinin hırsız, sahtekar, zalim, yobaz olması sadakatinin ölçüsü değildir. Bu ölçü köpekte değil ama insan kılıklı yaratıkta vardır, yani çıkar sağladığı zalime yalakalık köpeğe değil insan kılıklı yaratığa özgü bir özelliktir. Yine de dava "hakaret ve iftira"dan açıldı. Gökçek’e “yolsuzluk şampiyonu” dediğim için iki ayrı davada “hakaret ve iftira”dan iki mahkûmiyet aldım, polis şefi S. Selim Ay’a “işkenceci” dediğim için yine “hakaret ve iftira” dan mahkûm odum! Doğu’ya da “dinci faşizme kürekçilik, ırkçılığa çanakçılık” yapıyor demekten aldığım mahkumiyetle aynı zincire bir halka daha takılmış oldu ve bu ‘mahkumiyet’ hükmü ‘bugünkü adalet anlayışı’nın ‘tutanağına’ işlendi! O kadar! Savaş tezkeresi ve katliamları savunanlara hüküm verecek olan ise ‘günün yargıçları’ değil, insanlığın vicdanıdır! (Asıl önemli bir nokta ise, söz konusu yazıda geçen “tasması ve doyumluk kemiği, kapısında hırladığı “kasap”a ayarlı!” cümlesi H. Haydar için kullanılmaktadır ve kendisine “köpek” dendiği iddiasıyla o da hakkımda bir dava açtı!)

İşin "hikâyesi"ne yani esasa gelince: Ne yapmışız? Meclis’te savaş tezkeresi görüşülür ve ülkenin bir bölümü katliam hedefi kılınırken, “Sanatçılar Girişimi” olarak seçkin onlarca sanatçısının imzasıyla “Sınır ötesi harekata ve savaş tezkeresine hayır, katliamlara dur!” diyen, halkı “diktatöre ve faşizme karşı mücadeleye” çağıran bir  bildiri yayınlamışız. D. Perincek bu bildiri nedeniyle esmiş, gürlemiş! Bildiriyi imzalayanların aydın olmadıklarından girmiş, Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz mandacılığı yapan Cenap Şahabettin türü hain olduklarından çıkmış! ‘Savaş tezkeresine karşı olanlar, yüreğini mehmetçiğin namlusunda taşımayanlar aydın değil haindir’ anlamında ‘inciler’ döktürmüş! Haddini bilmezliği ve pervasızlığı bu kadarla da sınırlı değil, sanatçıya ve şaire sadece "vatan savunması, devrimcilik, yurtseverlik" konularında değil "sanatın ve şiirin ne olduğu" konusunda da akıl hocalığına yeltenmiş! Yazısının başlığını “Şiirin de toprağı vardır” koyması bunun göstergesi! Doğrudur, yanıtım ‘lanet’ yüklüydü, ama haddini bilmezliğin hakkı da o tür yanıttır. Herkes haddini bilecek. "Haddin dili"ni bilmeyene bildiği dilde yanıt verilir. Sanatçılar Girişimi’nin, insanları diktatöre ve faşizme karşı mücadeleye çağıran bildirisini çok değerli onlarca aydın ve sanatçı imzalamış. Doğu bu insanlara "vatana ihanet" çağrışımlı sözlerle saldıracak, “yarın sokağa çıkamayacaklar, halkın yüzüne bakamayacaklar” türü ahkâmlar kesecek, insanlar da “delidir ne söylese yeridir” deyip susacak! Susan sussun, ben susmam! Sonuçta, "yumuşakçalar" türünden canlı değilim, insanım ve öfkem var. O da bir silahtır. O tür bir saldırı karşısında insan olan ne öfkesine "susturucu" takar, ne ruhunu yumuşatır. Tersi, "deli"den tırsmak, "meydanı" ona bırakmaktır . Kaldı ki bu tiplerin ortalıkta "solcuyum" diye dolaşması tehlikenin katmerli halidir! Haddini bilmezliğin bir diğer yönü ise şairlere "şiir, vatan, toprak" konularında "ders vermeye" yeltenmesi! Çok bilgili olduğunu sandığı bu konularda da kara cahil! Hamasi “vatan, millet” sözleriyle kuru sıkı sallıyor! Şiirin toprağı, ana vatanı her şeyden önce insanlığın vicdanıdır. İnsanlık onurudur. Zalime karşı mazlumun yanında saf tutma duygusudur. Halkın kuvvetini arayan acısıdır.... Bir bakmışsın kalbi Küba’nın yoksul ama onurlu direnişinde çarpar, bir bakmışsın Vietnam’ın ölümden çekip aldığı zaferinde; bir bakmışsın Suriyeli kızın insanlığın yüreğine seslenen çığlığında, bir bakmışsın delik deşik bedeni polis aracına bağlanıp sürüklendiği halde yine de teslim alınamayan Kürt gencinin yaralarında... Şiirin "vatandaşlık" anlayışı da, "toprağı" da, her şeyden önce budur! Ortalık nüfus kâğıdında "vatandaşım" olarak gözüken, ama hayatta düşmanım bildiğim insanla dolu! Doğu’ya göre iktidar güçleri “vatan savunması” yapıyor! “Vatan savunması” mı yapıyorlar, vatanı karanlığa, kan ve ateşe mi itiyorlar? "Vatan" odaklı bu sorunun yanıtını görmeyen, bilmeyen insan ya vicdan ve bilinç körüdür, ya da dinci faşist sistemin kuludur! Faşistlerin de, faşizme omuz veren faşizan tavırların da “şiirin toprağında” yeri yoktur!  

Mahkeme sürecinde Doğu’nun avukatı “Bu yazıyı yazdığıma pişmanım, özür dilerim, türünden bir açıklama yaparsanız davayı geri çekeriz, üstelik sizin sabıkanız da var, ceza alırsanız ertelenmez” diye kendi düzeylerine uygun “teklifte ve tehditte” bulundu! Kendisine mahkeme kapısında hak ettiği yanıtı “Bu türden pazarlıkları kimlerden öğrendiyseniz onlarla yapın, ne teklifiniz bizde yankı bulur ne tehdidiniz bize söker” diyerek verdim.

Sonuç olarak şu anda Doğu’nun açtığı davadan 5 ay 25 güne mahkum oldum, daha önceden mahkumiyetim (sabıkam) olduğu için mahkumiyet ertelenmedi. Sağlık olsun! Teferruattır! Esas olan hayatın yargısıdır! O yargı terazisinin bir kefesinde “sınır ötesi harekat ve savaş tezkeresi”ne karşı çıkanlar, bir kefesinde savunanlar var! Yani bir yanda mazlumun yoldaşları, bir yanda zulüme alkış tutanlar! Mazlumun uğrunda dövüşmenin bedeli canımız olsa ne yazar, öder geçeriz; yeter ki zalimin yalakası diye anılmasın adımız!