AKP ve postkolonyal çalışmalar

Başlığı okuyunca ne alaka diyenler için hemen izah edeyim: Kısa bür süre önce Üsküdar Üniversitesi’nde Postkolonyal Çalışmalar Uygulama ve Araştırma Merkezi kuruldu ve başına da Kemalist mezalimin en büyük mağdurlarından (madun mu demeliydim? ) Merve Kabakçı getirildi. Geçtiğimiz günlerde “Erasmus gençleri ahlaksızlığa itiyor” ve” başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan ODTÜ, Bilkent Boğaziçi yıkılsın” açıklamalarıyla gündeme gelen büyük düşünür Yusuf Kaplan da danışma kurulunda. Merkezin sayfasında postkolonyal teorinin uğraştığı sorulara örnek olarak “Amerika’da tüketime sunulan, örneğin Coca Cola ile Türkiye’de satılan Coca Cola’nın muhtevası arasinda asit oranı farkı var mıdır?  Şeker oranları da farklılık gösterir mi? Var ise, Postkolonyal teori buna nasıl bir açıklama getirir?” ifadesi yer alırken merkezin amaçları arasında “Yeni Türkiye kavramının doğru şekilde geliştirilmesine katkıda bulunmak” bulunuyor.

Postkolonyal teori için büyük, AKP için küçük bir rezalet! Belli ki TÜBİTAK’a müdür olarak hayvanat bahçesi müdürünün atanması kabilinden, her alana sirayet etmiş ve artık kimseyi şaşırtmayan bir “Yeni Türkiye” sakilliğiyle daha karşı karşıyayız. Aynı manşetle çıkan yandaş gazetelerden farkı kalmamış koca profesörlerin AKP’nin günlük ihtiyaçlarına uydurmak için teoriye kırk takla attırdığı  bir ortamda lafı bile edilmeyecek bir ayrıntı sayılabilir. Yine de üzerinde düşünmeye değer. Çünkü, postkolonyal çalışmalar olarak bilinen literatürün hem genel olarak günümüzün hakim entellektüel ikliminde hem de bizatihi AKP’nin ideolojik stratejilerinde payı büyük.

Biraz geriye giderek açıklamaya çalışalım. Doğu ile Batı arasındaki eşitsizlik sosyal bilimlerin kadim sorunsallarından biri.  Yirminci yüzyılın büyük bir kısmında Doğu-Batı meselesine dair eleştirel kuramsal çerçevenin hakim unsuru Marksist gelenek idi. Marx’ın Elbe’nin Doğusu ve Asya tipi üretim tarzı tartışmalarından başlayan, Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yasasına, Lenin’in emperyalizm teorisine, oradan bağımlılık okulu ve dünya sistemi tartışmalarına uzanan bu kapsamlı külliyat doğu-batı tartışmasının genel seyrini belirler durumdaydı. Daha önemlisi, Doğu’nun, artık adına ne derseniz deyin, geri kalmışlığını, az gelişmişliğini aşmanın en yaygın politik reçetesi de sosyalizmdi. Sosyalizm alternatifi, dünyanın her yerinde sömürgeciliğe, emperyalizme ya da ekonomik bağımlılığa karşı mücadele eden uluslar için muazzam bir çekim kaynağıydı.

Postkolonyal çalışmalar literatürü, bir politik proje olarak sosyalizmin somut bir alternatif olmaktan çıktığı, bir kuramsal çerçeve olarak Marksizmin krize girdiği yıllarda popülerlik kazandı. Frantz Fanon, Edward Said gibi radikal düşünürlerden esinlenen bu literatür, özellikle de maduniyet çalışmaları olarak bilinen ekol, doğu-batı meselesine yeni yaklaşımlar getirdi. Bu literatürü bir köşe yazısı kapsamında değerlendirmek haksızlık olur.[i] Yine de, günümüzün ideolojik iklimine etkileri bağlamında temel tez kabaca özetlenebilir.

Postkolonyal teorinin en temel iddiası modernite, rasyonalizasyon, kapitalizm gibi batı toplumlarının deneyiminden türetilmiş kavramların ve kuramsal çerçevelerin doğuya uygulanamayacağı teziydi. Bu tür “Avrupa merkezci” büyük anlatılar, doğunun özgüllüklerini açıklayamamak bir yana, aslında batının doğuyu sömürgeleştirmesinin epistemolojik kaynakları olarak işlev görüyorlardı. Dahası, kapitalizm, sermaye birikimi, proleterleşme gibi evrensellik iddiası taşıyan kategorilerle analiz yapan Marksizm de aslında bu sömürgeci aklın parçasıydı. Doğunun özgüllüğünü anlamanın yolu, bu tür evrenselci kuramsal çerçevelerin kapsayamadığı “yerli” (indigenous) deneyimlerden hareket etmekten geçiyordu. Bu deneyimler hem doğunun batı karşısında pasif bir nesne değil özne olduğunu tescil edecek, hem de daha iyi bir dünya için alternatif tahayyüller sağlayacaktı.

90’lı yıllarla beraber bu kuramsal çerçeve birinci dünyanın muhalif entelektüellerine giderek daha çekici hale gelmeye başladı. Bu yeni çerçeveye göre , küresel ölçeklteki eşitsizliklerin sebebi artık kapitalizm ve emperyalizm değil, rasyonellik, bilim, ilerleme gibi kavramlar etrafında şekillenen batı düşüncesiydi. Öncesinde, solda her türlü adalet ve özgürlük mücadelesinin üzerinde yükseldiği doğal zemin sayılan bu tür aydınlanma nosyonlarına dair artan şüphe, beraberinde her türlü dinsel gericiliğe ahmakça bir sempati geliştirilmesine yol açtı. Eskiden faşizm benzeri bir ideolojik yanılgı olarak değerlendirilen dinsel gericilik, batı-dışı toplumların sömürgeciliğe direnişinin ifadesi olarak dokunulmazlık kazandı. Dahası, dinsel gericiliğe evrenselci bir pozisyondan yapılan her türlü eleştiri sömürgeci tahakkümün parçası olmakla suçlanır hale geldi. Açık bir şekilde bir soğuk savaş projesi olarak palazlandırılan Siyasal İslam’da “sistem karşıtı” potansiyeller keşfetmek de “Charlie Hebdo katliamını çok kınarsak kutsallara saygısızlığı meşrulaştırmış oluruz” gibi tuhaflıklar da bu ideolojik iklim sayesinde mümkün oldu.

Postkolonyal teorinin bu tür çıktıları, Türkiye’de  Siyasal İslam’ın ihtiyaçları için de biçilmiş kaftan niteliğindeydi. Nitekim, AKP ideolojik stratejilerinde Türk sağının geleneksel çerçevesi ve kökeni eskilere giden merkez-çevre eksenli liberal tarih tezinin yanı sıra postkolonyalizm esinli temalara da yer verdi. “Batıcı Kemalist elitlerin zulmü altında inim inleyen çevrenin otantik kültürü olarak İslam” anlatısı da, Osmanlı’nın “çokkültürcülük ve hoşgörü timsali bir medeniyet” olarak yeniden hatırlanması da, “cumhuriyetle birlikte kaybolan kültürel mirasımız” edebiyatı da, “ulus-devlet paradigmasına takılıp kalmış” Eski Türkiye’yi yeni-Osmanlıcı fantezilerle aşma fikri de, postkolonyal yaklaşımın izlerini taşıyordu. Liberal ve liberal sol entelektüellerin İslamcılardaki demokrasi potansiyelini keşfedip “ceberrut devlet geleneğine” karşı AKP’ye yedeklenmesinde de bu yaklaşımların payını görmek mümkün.

Bu ideolojik çerçevenin etkisinin sadece AKP yandaşlarıyla sınırlı olduğunu söylemek maalesef mümkün değil. AKP ideologlarıyla zaman zaman benzer bir aydınlanma ve cumhuriyet alerjisi gösteren bir kanat Kürt Hareketi etrafında da mevcut.[ii]  Dahası, Kürt Hareketi’nin AKP ile bir türlü kopmayan ilişkisi basitçe pragmatik sebeplerden değil, bu tür ideolojik akrabalıklardan da besleniyor. Bir adım daha yaklaşıp sosyalist sola bakalım. İslamcı bir iktidarın faşizme doğru gümbür gümbür yol aldığı bir ülkede “laiklik gibi tali gündemlerle uğraşmayalım, emek-sermaye çelişkisine yoğunlaşalım” diyen sosyalistler de, kabul etsinler ya da etmesinler, benzer bir çerçevenin etkisindeler. İdelojik mücadele biraz da bu yüzden önemli.

 

[i] Vivek Chibber’in yakında Türkçe’de de çıkacak olan “Postcolonialism and the Spectre of Capital- Postkolonyalizm ve Sermayenin Hayaleti “ adlı kitabı bu literatür hakkında kapsamlı bir eleştiri sunuyor.

[ii] Bu eğilimin belirgin bir örneği için şu yazıya bakılabilir.