1919’un iz bırakan hamleleri, toplumsal bilincin küllerinden, ancak sınıfsal bir düzen yıkma cüretiyle yeniden hayat bulabilir. Sermayenin sistemi içinde böyle bir alternatif yoktur.

Mayıs’ın 18’i, 19’u…

Belki, “barış içinde geçiş” vurgusunun hâkim olmaya başlamasına da tepki olarak, Çin’de türetilmiş  ve yayılmış olan “iktidar namlunun ucundadır”ın ilginç bir uygulaması, Hindistan’da, Naksalbari köylü ayaklanmasında yaşanıyordu 60’ların ikinci yarısında . Bu ayaklanma, doğrudan iktidarı almayı hedefleyerek benzerlerinden ayrılıyordu ama, özüne de o kadar bağlıydı ki, “ucunda olunan namlu” yoktu. Silah olarak geleneksel köy üretim araçları kullanılacaktı. Orak, tırpan, yaba…  Çaru Mazumdar öncülüğünde bu hareket, heyecan yaratır, özellikle gençliği etkiler ve dünyada yankılanırken, esin kaynakları arasında ilk sıra Çin Kültür Devrimi’nindi, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin. 

Pekin Radyosu’ndan bu gelişmeler takip ediliyor, “kırdan kente” stratejisi Türkiye özelinde de akla yatıyor, zemin, “bozkırın bir kıvılcımla tutuşacağı” kadar kurumuş mu diye adım adım inceleniyordu. Çünkü, Köy Enstitüleri’nden, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan yükselen keman seslerinden birinin sahibi, İstanbul’a, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na, oradan da İÜ Fen Fakültesi’ne geçmişti ve sosyalizmle tanışmış, Varlık’la edebiyat, Yön’le siyaset okuru, bu genç eline kalemi almış, 6.Filo’ya karşı bildiri yayınlayarak “fişlenmiş”ti bile. 

İbrahim Kaypakkaya’nın, 18 Mayıs 1973’te durdurulan yaşamını burada özetlemeye kalkışmanın anlamı yok tabii. Sadece, Kültür Devrimi’nin en etkileyici yanı olan, devrim yapmış ÇKP MK’sı dahil, her şeyin, duvar gazeteleriyle eleştiriye tabi tutulması, her şeyin tartışılmasıydı. Engels’in “Aydınlanma” tanımı gibi. Bunun, Kaypakkaya’nın öncelikle solda “doğru ve geçerli varsayılan”lar, “sorgulanmayan”lar, olarak değerlendirdiği görüşlerin eleştirisine yönelmesinde bir payı olsa gerek. Ve içinde bulunduğu yapılardan kopup kendi çizgisini oluştururken farkını ortaya koymanın tek etkili yolu olan, “keskin reddiye”ler zincirinde. 

Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, Kemalizmin tarihsel niteliği, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizmin güdümü, Kürt ve Ermeni sorunu, Mazumdarcı kırılmayla “kırdan kente” stratejisi vesaire, tümüyle tartışmalı olabilir, son derece eleştiriye açıktır. Örneğin, Stalin’in “Kemalist Devrim, bir üst tabaka devrimidir, millî ticaret burjuvazisinin devrimidir” değerlendirmesini, cümle bütününden ve devamından koparmak, “üst tabaka”yı “komprador”, “millî”yi “Türk” anlamında kullandığını söyleyerek kendi tezine dayanak yapmak, aynı zamanda MDD’ci kanatta yer alan Kaypakkaya için, anlaşılırdır. Ama bunların yanlışlık, doğruluk derecelerinden çok, Varlık, Yön, Pekin Review dergileri, radyo istasyonları, henüz çevrilmeye başlanmış literatür, Kültür Devrimi’nin dalgaları, Şnurov’un  bir görevli olarak yaptığı analizlerin kılavuzluğu arasında, sürekli bir araştırma, sorgulama, rota çizme, örgütlenme çabasıyla geçen, toplamda 24 yıl sürmüş ve işkenceyle sona erdirilmiş hayat önemlidir. 

Hayır, tıpkı benzer yaşlarda öldürülen, farklı görüşlerdeki arkadaşları gibi, İbrahim’i de değerli kılan tek şey, “trajik bir son”, bu dolayımla bir destanlaşma olamaz. Kalan, “ser vermişlik”teki adanmışlık, bu dünyayı, bu düzeni değiştirmeyi sabit fikirleştirme ve bunu olabilecek en sert reddiyelerle mesafelenerek ögütlemenin dersleridir. 

Her 18 Mayıs’ta, İbrahim Kaypakkaya’yı anısına saygıyla, ölümüne yangınla hatırlatan, bu yaşamıdır.

* * *

Dilimiz öyle bozguna uğratıldı ki, hâlâ geçerli midir, öğretilir mi bilmem, “ismin halleri” diye bir şey vardı. Bunların içinden, “e” hali, “i” hali geldi aklıma. Yönelme ve belirtme halleri ya da (uydurmuyorsam!).

Çünkü, “idrak etmek” diye bir kalıp eşlik ediyor yıldönümlerine. İdrak etmek. Sözlük anlamları arasında, “kavramak, bilincine varmak” da var, “erişmek, ulaşmak” da. Elbette sofistike bir yaklaşımla, bunlar birbirine ulanabilir, mecazdan el alınabilir ama, aynı anlama gelir gibi kullanılması, bir imla sorununa eşlik eden siyasal izdüşüm örtüsüdür gene de. 

Deniliyor ki örneğin, “bilmem kaçıncı yılını idrak ettiğimiz şu günde…” Bu kalıplaşmış kullanımda, herkes murad edileni anlasa da, “e” hali yerine “i”halini kullanmak bir yıldönümünün, yanıltıcıdır. Ulaşmak, erişmek, dediğim gibi mecaza kaçmayacaksak, “e” haline olur. “yılını değil de, yılına idrak”, dile ve alışılagelmiş kalıba biraz aykırı gelse de, ağıza oturmasa da, yerini bulan bir anlam düzeltmesidir, yerleşik kurallar ne derse desin.

Yönelme, bir yıldönümünden bahsediyorsak, bilinçli bir müdahale gerektirmez çünkü. Dünya, Güneş çevresinde insan etkisi olmadan turunu atar, o kadar. Hızını belirleyemez, durduramaz, geri çeviremezsiniz. O akar gider. 19 Mayıs 1919’dan sonra, yüz beş kez tamamlamıştır turunu ve o yaşa gelmiştir bir tarih. Halen yürürlükte olsun olmasın, kalsın kalmasın, hatırlansın hatırlanmasın. Doğa yasasıdır, yıllar geçer üzerinden her şeyin, sizi umursamaksızın.

Üzerinden yıllar geçen şeyin bir anlam ifade etmesi, “idrak etme”nin kavrama, bilincine varma karşılığına denk gelmesiyle mümkündür. Ne oldu, ne kaldı, nedir fonksiyonu soruları ancak böyle yanıtlanabilir.

Eşit değildir yani kalıp olarak “i” ve “e” farkını silen kullanım. Biri doğa olayıdır, biri insan eylemi. Doğa olayını esas alanlar, her zaman olduğu gibi, anlı şanlı kutlama törenleriyle kendilerini kandırırlar. 19 Mayıs 1919’dan bu yana şunca yıl geçmiştir, hatırlanmaktadır, demek ki bâki kalmıştır! Bu yaklaşımda insan bilinci yoktur, doğa olayından kendine “müdafaa ve muhafaza” payı çıkarma yanılgısıdır. Bugüne bakamadığı gibi, düne ve yarına da bakamaz. Haliyle kavrama yoktur, bilince çıkarma yoktur, sadece gümbürtülü tören vardır. 

Tarih, dünyanın dönmesiyle değil, o dönen dünyadaki insanın eylemiyle anlam kazanır. Eylemlilik halindeki insan, tarihsel dönemeçlere de “i” haliyle bakar. Geçen zamandan yaşanan zamana, bir idrak zorunluluğuyla.

Zaman, yalnızca insandan bağımsız bir doğa olayı değildir tabii. Saliselerden binyıllara insan eliyle dilimlenen zaman geçerken, insan eylemliliği, tarihsel akışı değiştirir, “zamanlar çok değişti”den, “mazide kaldı,” demeye kadar kastedilen budur. Zaman, kendi sabitine uyar. Değişen ve niceliğe nitelik veren, toplumsal tarihtir.

Ve bir gün, diyelim, 19 Mayıs 2024’te, dönüp geriye baktığınızda, başlangıç ve gelinen an arasındaki zaman diliminde değişenlerdir aslolan.

18 Mayıs 1973’te, “iktidar namlunun ucunda”ydı.

18 Mayıs 1919’dan bir gün sonrası, bir vapurun demir almasının, bir kalkışmanın, birikmişten eyleme geçişin tarihinde de böyleydi. “Yurdu düşmanlardan kurtardı”yla bitmez, bir annenin “padişaha karşı mı geleceksiniz?” kaygısını da içerir.

İşgalcilere karşı yürütülen mücadeleden ibaret değildir. Saltanata ve hilafete karşı yıkıcı kararlılık olmadan, kurulduğu ilan edilen bir cumhuriyet olamayacağı bilincidir. 1923’ün tasarlanmasıdır. Taassuba, dinsel gericiliğe, cehalete karşı bayrak açmadan, zor yoluyla kazımayı göze almadan tarihsel bir hamle yapılamayacağını “idrak”tir.

1919, “kaç kişiyiz” sorusuna değil, “ne istiyoruz” sorusuna yanıt vermeyi önceleyenlerin, amacını ara duraklarla, şimdilik yetinmelerle, öncelikli merhalelerle ölçüye biçiye terk etmeyenlerin iradi müdahalesidir tarihe. Nesnelliğin vazgeçiriciliğine, “genel manzara”nın erteleticiliğine kulak asmayan iradenin müdahalesi. Vazgeçişlerin, itidallerin, teslimiyetlerin rengârenk, göz kamaştıran “gerçekçilik”lerine yüz vermeden, gücüne bakmadan, bir hayali gerçekleştirmek üzere yola çıkan irade. Yüz beş yıl sonrasının en önemli dersi budur. 

Böyle baktığınızda, bir burjuva devrimin sınırları ve “kendine has” denilmesinin sınıfsal bir yumuşatmada kullanılmasına izin vermeyen bir kapitalizm hedefinin kaçınılmaz sonunu yaşadığımız gerçeğini tekrarlamakla yükümlüyüz. Toplumu yeniden 1919’un cüretine, bir üst aşamada hazırlamak, bir tatlı rüyadan uyandırmakla başlar. Sevimsiz gelse de…

Bugün, herhangi bir yıldönümünü idrak edeceksek 1919’un, kutlanacak nesi kaldığını sorarak başlamakta fayda var: İşgalciye karşı mücadele; tutarsızlığı ve yenilgisi muhakkak da olsa bağımsızlık vurgusu; gericiliğe karşı aydınlanma ve laiklik; saltanata karşı cumhuriyet; “özel teşebbüs” palazlanmasına karşı halkçı, kamucu yönler taşıyan planlı ekonomi; eğitim ve öğretimi tabana yaymaya dayalı, hurafelere karşı bilimi önceleyen kültürel inşa; tebaanın, hukukta hakları eşitlenmiş yurttaşa dönüşümü. Hangisi payidar?

Doğa olayı ve insan eylemi. İsmin “i” ve “e” halleri.

Bütün bu yıkımdan, final vuruşunu yapmış olan AKP’yi sorumlu tutup, onun yıkılmasıyla her şeyin güzel olacağını düşünenler, dönüp tarihe bir daha bakmalıdır. Bugünün AKP alternatiflerini, kurucu ilkelerini sıraladığımız 1919’la, 1923’le karşılaştırmalıdır. 

Karşılarına çıkacak tek sorumlu, cumhuriyetin kendisini emanet ettiği sermaye sınıfının ta kendisidir. Burjuva devriminde başka bir yönelim mümkün müydü münazarası boştur. 

Tarihsel ileri atılımlar, kuşkusuz insan bilincine, toplumsal belleğe iz bırakır. Ama belli dönemeçlerde, o izler, yaşanan dilime uygun biçimde yeniden canlanıp, o izi bırakan cüreti gösteremezse, anımsamalarla yetinmeye, gerçekliğin inkârına dönüşerek silinir.

Bize düşen de bunu anımsatmaktır. 1919’un iz bırakan hamleleri, toplumsal bilincin küllerinden, ancak sınıfsal bir düzen yıkma cüretiyle yeniden hayat bulabilir. Sermayenin sistemi içinde böyle bir alternatif yoktur. 

Sosyalizmi, emekçi cumhuriyetini öncelemeyen bütün alternatifler, ancak bir yıldönümüne, yerinde yeller eseni anımsamalara idrak ederler, doğa yasaları sayesinde.

1919, idraki, anlaşılmayı, kavranmayı bekliyor, tarihsel bir dönemeç olarak bu saygıyı hak ediyor.