Ekim Devrimi ve kadınlar: Yıldız tozları içimizde...

Ekim Devrimi’nin 100 yıl önce insanlık mirasına nakşettiği kazanımlar, karşı devrimin, ‘yıkılan duvarlar’a düzülen methiyelerin, servet düşkünlerinin sahte özgürlük şarkılarının öte yanında kaldı. İnsanlığın parlayan yıldızının, bu büyük mirasın ardından geriye kalan, belki de yıldız tozları. Ancak hepimiz, devrime inananlar, devrimi arayanlar, o yıldız tozlarını içimizde taşımıyor muyuz?

Ekim 1917, yeryüzünün yaşadığı en derin alt üst oluşlardan biri, işçi sınıfının yıldızının en uzun solukla parladığı aralığa açılan kapıydı. Bu görkemli tarihin göz alıcı aydınlığı, elbette kadınların üzerine de düşecekti.

Ekim Devrimi’nin kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde temsil ettiği yükseliş, bu yazının sınırlarına hapsedilemeyecek denli muazzam. Biz şimdilik, bugünün sosyalizmden mahrum tatsız dünyasında, kadınları kıskaca alan bir dizi başlığın, Ekim’in topraklarında nasıl püskürtüldüğünü anlatmakla yetineceğiz.

DEVRİM VE KADIN EMEĞİNİN DÖNÜŞÜMÜ

Bolşevikler iktidarı ele geçirişlerinin dördüncü günü, kadın emeğinin, anne ve çocuğun korunmasına dair yasaları ilan eden bir deklarasyonu getirdi. Sömürünün maddi temelinin kritik halkası, karşılıksız bırakılan ev içi emek, toplumsal üretimdeki çalışmaya denk sayıldı. Kolektifleştirmeye giden süreçte bir ilk adım olarak bu denkliğin bir başka kıymeti daha vardı. 1936 Anayasası’na dek yalnızca işçi sınıfının seçme ve seçilme hakkının olduğu Sovyet topraklarında, ev içi emeğin üretici emekle eşdeğer görülmesi, ev kadınlarının politik yaşamın bir safhası olan seçimlere katılımını mümkün kılıyordu. Takip eden bir kaç ay içinde kabul edilen Analık ve Sosyal Güvence Yasası, annelik emeğinin karşılıksız bırakılamayacağını, anne olan kadınların toplumsal üretime geri dönüşünün sağlanması için alınacak önlemleri, çocuk bakımının kolektifleştirilmesini öngörüyordu. Analık hukukunun yıkılmasından sonra kadının aleyhine işleyen annelik deneyimine, “hayırseverlik” değil, kamusal bir zorunluluk, kadına dönük sevecen bir ihtimam değil, bir bütün olarak aile yaşamının dönüştürülmesi amacıyla yaklaşılıyordu. Kapitalizm, anneliği bahane ederek yarı zamanlı çalışma, beraberinde işçi sınıfına dönük bir saldırı, esnek çalışmayı getirirken; sosyalistlerin ülkesinde bu imkansızdı. Sermaye sınıfının değil sosyalist toplumun çıkarlarının gözetimi, sağ gösterip sol vuracak bir ikiyüzlülüğü en başından ihtimal dışı bırakıyordu.

Devrim ilerlerken, “eşit işe eşit ücret” ilkesi, Ekim’in hemen ertesinde ilan edilmiş olsa da, pratik güçlüklerle karşı karşıya geliyordu. Eğitim alması engellenmiş, kilisenin, feodal zehrin hedefi olarak yaşamlarını sürdürmeye zorlanan kadınlar, kalifiye işlerde çalışamıyordu. Kadınların büyük çoğunluğu, ücretsiz aile emekçisi olarak tarımda istihdam ediliyor, 1920’ye gelindiğinde kadın nüfusunun yüzde 75,6’sı okuma yazma bilmiyordu. Devrimden sonra yürütülen okuma yazma kampanyaları, bozkırın ücra köşelerine dek uzanan “ajitasyon trenleri”, sosyalizmin yolunun okur yazarlıktan geçeceği sloganını kullanıyor, kadın emeğini bir eşikten atlatmanın heyecanıyla hareket ediyordu. 1930’ların ikinci yarısında okur yazar olmama durumu tamamen tasfiye edilmiş, Anayurt Savaşı’ndan önce ise tüm kız çocuklarının zorunlu 7 yıllık eğitime dahil edilmesi gerçekleştirilmişti.

Kadın haklarının ihlaline mazeret sunan “kültürel görelilik” devrimciler tarafından yıkıma uğratılmış, eski toplumun mirasıyla tereddüt eden kadınlara sosyalizmin eli uzatılmış, kolektif çiftliklerdeki kadınlar, kreş ve yemekhanelerin kurulmasıyla bir özgürleşme eşiğini aşmışlardı. Burada da kadın emeği kalifiye emeğe dönüştürülmüş, 1946 yılında 250 bin kadın traktör ekiplerinin yöneticisi, 350 bin kadın hayvan çiftliklerinin yöneticisi, 15 bin kadın kolhoz yöneticisi olmuştu. 

Birinci beş yıllık plan çerçevesinde Sovyetler Birliği Merkezi Yürütme Komitesi, III. toplantısında kadınların üretimdeki payının artırılması için özel bir yönerge çıkarmış, 1932 yılında 1,5 milyon kadının üretime kazanılması planlanmıştı. 1933’te ulaşılan rakam, tüm çalışanların yüzde 33,7’sine denk düşmektedir. Kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesine dönük çabanın ilk sonuçları, Tablo I.’de görüldüğü gibidir.

1937’de tarım dışı alanda çalışan her 100 kadından 39’u sanayi ve inşaat, 20’si eğitim ve sağlık, 15’i ulaşım alanında görev almıştır. 1929’da metal sektöründe her 1000 emekçiden 400’ü, rafinerilerde ise 263’ü kadındır.

SENDİKALARDA, SOVYETLERDE, PARTİDE KADINLAR 

Kadınların üretime çekilmesi süreci, sosyalizmin maddi temelininin yaratımına, kadınların da katılımı anlamına gelir. Kadını özgürleştirmenin bir aracı olarak siyasete katılım, işçi sınıfının kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini kesin olarak kurtaramayacağı kavrayışına eklenir. Birlikte mücadele ısrarına işaret eden bu yaklaşım, Lenin’in Moskova sovyetine partisiz kadınların da seçilmesine dönük öncül çağrısı, yükselen mücadelenin içinde dev bir yük gemisinin kaptanı yahut  fezaya uygarlığın adımlarını basan kadının, sendikalarda, sovyetlerde ve partide yer alışıyla taçlanır.

Şehir sovyetlerindeki kadınların oranı 1920’de yüzde 5 iken, 1934’te yüzde 32,1’e yükselmiştir.  

HÜCUM VE GÜN IŞIĞINA DEĞEN KADINLAR 

Burjuva ahlakının çerçevesini çizdiği evliliği insanlık tarihinin en büyük erdemi olarak gören, ibadethanelerde göksel bir egemenliğin rızasını alarak kız çocuklarını dahi bir istismar yuvasının içine hapseden akılsızlık, Ekim devriminin reddettiği gerici mirasın ilk unsurlardan biridir. Aralık 1917’de yayınlanan boşanma, medeni nikah, evlilik dışı doğan çocukların nüfus hakkı konulu kararname, göğün kadınların medeni durumu hakkında karar verme yetisini tanımaz. 1920’de kürtaj yasağı kaldırılmış, kadının var oluşunun dizginlenmesine dönük bu yüz kızartıcı yasak, devrimin ilk hedeflerinden biri olmuştur. 1921’de yayınlanan kararname ile birlikte ise, evlilikte kadına ve çocuğuna özgür soyadı seçme hakkı tanınmıştır. Boşanma, medeni nikah, kürtaj başlıklarının hepsi, bugünün dünyasında gericiliğin üzerine çullandığı, uğruna kadınların öldürüldüğü haklardır. 

Bugün dünyanın her yerinde, kadının köleleştirilmesinin, toplumsal yaşamın dışına itilmesinin, insan aklına dönük küçültücü girişimin simgesi olan çarşaf ve peçe de, Ekim’in devrimcilerinin amansız ve inatçı mücadelesinin konusu olmuştur. Komünist kadınlar, “Hücum” adını verdikleri mücadelelerinde, Doğu’nun incitilmiş ve yok sayılmış kadınlarını yaşama katmanın, ışıkla, güneşle, rüzgarla, varlık onurlarıyla tanıştırmanın peşine düşmüşlerdir. 8 Mart 1926’da “Kahrolsun Çadra ve Paçandra” sloganıyla düzenlenen mitingler Doğu’nun emekçi kadınları için tartışılmaz bir önemdedir, binlerce kadın çarşaf ve peçelerini meydanlarda yaktıkları ateşin içine atmıştır.

Ekim Devrimi’nin 100 yıl önce insanlık mirasına nakşettiği kazanımlar, karşı devrimin, ‘yıkılan duvarlar’a düzülen methiyelerin, servet düşkünlerinin sahte özgürlük şarkılarının öte yanında kaldı. 

İnsanlığın parlayan yıldızının, bu büyük mirasın ardından geriye kalan, belki de yıldız tozları. Ancak hepimiz, devrime inananlar, devrimi arayanlar, o yıldız tozlarını içimizde taşımıyor muyuz? 

Kadınların kurtuluşu, o yıldız tozlarından mamul iyi insanların vereceği karara bağlı görünüyor. Mücadele edecek ya da yıldızlı pekiyi insanlığımızla mutsuz, bir köşede tükeneceğiz. Zaman üzerimize yürürken, hadi artık bir karar verelim.

* Sosyalizm Ülkesinde Kadın, s13, 1949

** Gül Özgür, Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu Cilt:1, s.149, Dönüşüm Yayınları, 1993

*** Dr. Fannina Halle, “Doğu’nun Kadınları”, s.85, Europa Verlag AG, 1938