Doç. Dr. Somel: Saldırganların asıl dertleri eşitlikçilik ve aydınlanmacılıkla

Hacettepe Üniversitesinde Bilimsel Düşünce Topluluğunun geçen hafta düzenlediği "Türkiye'de üniversiteler ve bilim nereye gidiyor" başlıklı etkinliğe faşist bir grup saldırmıştı. Etkinliğin konuşmacısı Doç Dr. Mehmet Somel, saldırıyı, saldırının siyasal boyutlarını ve yaşananları soL'a anlattı.

Haber Merkezi

Hacetepe Üniversitesinde Bilimsel Düşünce Topluluğunun geçen hafta düzenlediği bir etkinlik bir grup faşistin saldırısına uğradı. 

ODTÜ Biyolojik Bilimler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Somel'in katılımıyla düzenlenen "Türkiye'de bilim ve üniversiteler nereye gidiyor" başlıklı etkinliğe saldıran faşistler, saldırıdan sonra da tehditlerini sürdürdüler. Öğrenciler tarafından püskürtülen saldırı sonrası polis tarafından 10 öğrenci gözaltına alındı.

Saldırıya uğrayan etkinliğin konuşmacısı Doç. Dr. Mehmet Somel, saldırının siyasal boyutlarını ve yaşananları soL'a anlattı. 

Somel'le gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi paylaşıyoruz. 

Hacettepe Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu'nun "Türkiye'de üniversiteler ve bilim nereye gidiyor" başlıklı etkinliğine konuşmacı olarak davetliydiniz. Bu etkinliğe bir grup çete tarafından saldırılması, etkinliğin yapılmasına engel olunması, etkinliğe katılan ilerici ve aydınlanmacı öğrencilerin çete tarafından darp edilmesini Türkiye'de ve üniversitelerde bilimin durumuyla ilişkilendirilebilir mi?

Öncelikle Bilimsel Düşünce Toğluluğu’na davet için teşekkür ederim. Yaralanan ve bu olumsuzluktan etkilenen bütün öğrencilere ve bilim emekçilerine çok geçmiş olsun. Bilim üzerine sohbet etmek için gelmişlerdi ve kavgaya hazırlanmış bir sağcı grubun saldırısına uğradılar.

Durum çok üzücü, ama ne yeni ne de şaşırtıcı. Dediğiniz gibi bu tip vakaların, Türkiye’de üniversitelerin ve bilimin durumuyla yakından ilgisi var. Daha doğrusu, Türkiye’de siyasetin akışı da, üniversitelerin ve bilimsel üretimin durumu da, dünyada hakim sosyoekonomik düzen ve bunun ürettiği eşitsizlikler tarafından şekilleniyor. 

Etkinlik bölünmemiş olsaydı Türkiye’de bilimsel üretim, ülkenin düzeni ve eşitsizlikler arasındaki ilişkiden ben de bahsedecektim. Bu konuda ilk göze çarpan, Türkiye’nin dünyada çok mütevazı bir yerde durduğu. İstatistikler kaba bir fikir verebilir: Toplam yazılan makale veya kitap, bilime ayrılan kaynak, emekçiler arasında bilim emekçilerinin oranı vb... Bunların hiçbirinde Türkiye, zengin kapitalist ülkelerin yanına bile yaklaşamıyor. Örneğin Türkiye’nin başlıca araştırma odaklı üniversitelerinden birinde çalışıyorum ve araştırma ekibimizin üretimi, ABD veya Almanya’nın başlıca araştırma üniversitelerindeki üretimin, belki onda biridir. Buralarda bir ekibin bir yılda yürüttüğü çalışmayı biz üç yılda tamamlayabiliyoruz. Yeni ve özgün fikir üretimimiz sınırlı vs...

Ama bu hal Türkiye’ye mahsus değil. Dünya sistemi içinde bize benzer pozisyonda olan ülkelerin çoğu benzer durumda, Meksika’dan Brezilya’ya veya Endonezya’ya kadar. Başlıca sebebi, bizimki gibi orta veya düşük gelişkinlikte kapitalist ülkelerde, iktidarda bulunan sermaye sınıfının eğitime ve bilime kaynak ayırmayı lüks olarak görmesi. Bu tercih bariz ortada. Sürekli temin ettikleri, örneğin 2017’de 71 milyar lirayı bulan vergi indirimlerinin sonucu ne? Eğitime, sağlığa, bilime kamu yatırımlarının kısılması tabii ki. 

Eğer kalkınmak istiyorsanız, özgün bilgi ve teknoloji üretmek istiyorsanız, toplumun aydınlanmasını istiyorsanız, eğitim ve bilime zengin ülkelerden bile daha fazla kaynak ayırmak zorundasınız. Oysa ki durum tam zıddı. Türkiye sermayesi ve onun yönlendirmesindeki devlet bunu gerekli görmüyor. Türkiye gibi ülkelerde sermaye yalnızca kısa erimli karlarını düşünüyor. 

Aynı zamanda zengin kapitalist ülkelerin sermaye sınıfı da, bizim gibi ülkelerde bilime fazla yatırım istemiyor. Dünya hiyerarşisindeki pozisyonlarını korumak istiyorlar.

Örneğin beyin göçü bilimsel geri kalmışlığımızda ciddi bir etmen. Türkiye’de ve dünyanin diğer göreli olarak fakir olan ülkelerinde kamu kaynaklarıyla yetişen genç araştırmacılarımız, yurtdışında iş buluyor. Yani insan ve maddi kaynağı zaten bol olan kapitalist ülkelere insan yetiştiriyoruz, kaynak aktarıyoruz. MHP’lilerin övünç duyduğu Aziz Sancar örneğindeki gibi. Buna rağmen liberal iktisatçılar “beyin göçü sorun değil” diyen yayınlar yapıyorlar. 

Sermaye düzeninin, bizim gibi ülkelerde bilimsel üretimi nasıl ketlediğine bir örnek daha verebilirim. Türkiye’de yaşam bilimleri araştırmalarında en büyük sorunlardan biri yurt dışından kimyasal temini. Deneyler içine bunlara mecburuz, yurt içinde üretilmiyor. Turgut Özal döneminde bu iş ufak tüccarlara verildi. Bu şirketler hem verimsiz çalışıyor hem de yüzde 100 gibi kâr oranları koyuyorlar. Yani araştırma için ayrılan kamu kaynakları, TÜBİTAK fonları, fiilen özel sermayeye akıyor. Neden? Özal’a ve prenslerine “özel sermayenin önünü açın” aklını kim verdi? Uluslararası sermaye sınıfı tabii ki. O kafayla yetiştiler. Oysa ki tüm bu işlemler bir merkezi kamu kurumunca yürütülse, hem verim artacak, hem de kamu kaynaklarının verimli kullanılması sağlanacak. Hele bir de bu malzemelerin Türkiye’de üretilmesini hedefleyen bir kamucu yönetimle herşey çok farklı olabilirdi.  

Burada önemli bir nokta var. Mevcut durum AKP iktidarına veya Türkiye’ye mahsus değil, düzenle ilgili. Geçmişte de böyleydi ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin neredeyse tümünde böyle. Bugünkü düzen altında, ister Türkiye’de ister bizim gibi başka ülkelerde, istikrarlı ve özgün bir bilimsel üretim veya bilimin toplumsallaşması beklemek hayal. Düzen değişmedikçe ekonomide olduğu gibi bilimsel üretimde de geri kalmaya mahkumuz.

Dünya çapında eşitsizlikten bahsettik ama eşitsizlik ülke içinde de apaçık ortada. İşte bizim söyleşiyi basan zavallı çetelerin varlığı da bununla ilgili. 

Bu çeteler niye var? Bu ülkede brüt asgari ücretten 400 lira, yani yüzde 20 vergi kesiliyor. On milyonlarca emekçi ayda 1600 lira maaşla geçinmeye çalışıyor. Aynı zamanda bu ülkede futbolcular yüzde 15 vergi ödüyor. Hatta basında çıkan haberlere göre 2017’de futbolcu ücretlerinde 259 milyon lira vergiden vazgeçilmiş. Fabrikalarında, marketlerinde işçilerini insanlık dışı koşullarda çalıştıran sermayedarlar, Ülker, Koç, Sabancı, yüzlerce milyon liralık karlar elde ediyor. 

Mesela üniversitelerimizde akademisyenler dışında da çalışan on binlerce işçi var. Memur, temizlik işçisi vs... Bu arkadaşların kaçının çocukları anne babalarının çalıştığı üniversitede okuyabiliyor? Eşitsizliği ve haksızlığı saklamak mümkün değil. 

İnsan soyunda eşitsizliğe karşı içgüdüsel bir tepki var. Bunu psikoloji araştırmalarından biliyoruz. Hatta başka sosyal primatlarda bile benzer tepkiler tespit ediliyor. İki maymunla aynı oyunu oynayıp, birine daha fazla ödül verirseniz, az ödül alan maymun bunu haksızlık idrak ediyor, az olan ödülünü reddediyor, oynamayı bırakıyor. Sosyal yaşam ve bilişsel özellikler evrilirken bu tip tepkiler de evrilmiş. Demek istediğim, bugünkü toplumsal eşitsizlikler doğal olarak hazmedilir değil. 

İşte akıl dışı kimi ideolojiler de burada devreye giriyor. Mevcut düzen, eşitsizliğe karşı tepkiyi bastırmak için gerici fikirler pompalıyor. Kadercilik böyle bir ideoloji. İnsanların içine doğdukları grubun başka gruplardan üstün olduğunu savunan, ırkçılık, milliyetçilik, mezhepçilik gibi ideolojiler da aynı rolü üstleniyor. Eşitsizliğin bariz olduğu bizim gibi ülkelerde sermaye düzeninin bu tip ideolojilere ihtiyacı var. Mesela Aziz Sancar’ın ABD’ye hizmet ettiğini görmemek için, onunla aynı sınırlar içinde doğmuş olmakla avunmaya çalışıyorlar.  

Bu çeteleri baş düşman olarak görmek yanlış olur. Eşitsizliğin ve geri kalmışlığın sebebi olan düzenin zavallı yan ürünleri bunlar. 

Belki mevcut konumlarıyla dünya sistemi arasındaki ilişkileri etkili biçimde anlatabilsek, bir kısmının aklı bile karışabilir.

Geçtiğimiz haftalarda Osmangazi Üniversitesi'nde de dört akademisyene saldırılmıştı. Bugün Hacettepe'de gerçekleşen olaylar, etkinliğin de içeriğiyle ilişkili, bir soruyu akıllara getiriyor. Üniversiteler nereye gidiyor?

Evet, üniversite sistemi son 15 yılda epey değişti. Çok sayıda yeni üniversite açıldı. Yeterince iyi yetişmiş kadro olmadığı için nitelik düştü. Kaotik siyasi ortam, zaten sınırlı olan kurumsallaşmayı iyice zayıflattı. Ayrıca her an şiddetle terbiye edilen bir toplumda, şiddet güzellemelerinin olduğu bir toplumda üniversitelerdeki çelişkilerin de şiddet içeren vakalara dönüşmesi garip değil aslında.    

Ama 20 yıl veya 40 önce de üniversitelerde ortam kaotikti, sağcı saldırılar vardı, akademi niteliksizliğini saklamaya çalışan profesörlerle doluydu, mobbing en az bugünkü kadar yaygındı, ciddi bir bilimsel üretim yoktu. Benim yetiştiğim ve AKP’nin fiilen yıktığı Birinci Cumhuriyetin üniversiteleri de özünde geri kalmış bir kapitalizmin, sermayeye hizmet eden kurumlarıydı. Birinci Cumhuriyetin üniversiteleri de akıldışılıktan, gericilikten muaf değildi. Ben geçmişin üniversitelerine pek nostaljiyle yaklaşamıyorum. 

Evet, AKP iktidarı altında palazlanan muhafazakarlık yüzünden bilimsel bilgi üretmesi gereken kurumlarda gariplikler çoğaldı. Bir yandan “kaza ve kadere inanıyoruz” deyip, stokastik modelleme öğretmek tutarsızlık. Yine de bugünün üniversiteleriyle geçmiştekiler arasındaki farkın ne kadar nitel, ne kadar nicel olduğunu kestiremiyorum. Türkiye’de örneğin 1980’lerde de profesör sıfatlı şahıslar “evrim yok” diyorlardı – belki bugün oranları azalmış bile olabilir. “Domuz yemek beyindeki kıskançlık bölgesini baskılıyor” diyen kitaplar üniversitelerde okutuluyordu. Benim lisede okuduğum 1990’larda Biyoloji kitabında evrim sansürlenmiş değildi, bunun yerine “ilim adamları evrimi kabul etmiyorlar” deniyordu! 

Özetle, bugünün eğitim sistemi ve üniversitelerindeki gariplikler AKP’ye mahsus değil. AKP iktidardan düşse de, sosyoekonomik düzen değişmedikçe Türkiye’de üniversiteler üretkenlikten uzak, topluma faydası sınırlı, yine yer yer akıl dışı kurumlar olmaya devam edecek.

Bilimsel Düşünce Topluluğu’nun “Türkiye'de üniversiteler ve bilim nereye fidiyor” etkinliğine yapılan bu saldırının amacı nedir, sizce neyi tehdit olarak görüyor bu çeteler?

Açıkçası etkinliğin içeriğine karşı özel bir tepkileri var mıydı emin değilim. Zaten aynı gün bir queer topluluğu masasına saldırmış olmaları da dertlerinin çok spesifik olmadığına işaret ediyor. Herhalde asıl sorunları eşitlikçilikle ve aydınlanmacılıkla... Bu da siyasi rolleriyle ilgili. MHP, eşitsizliğe karşı toplumdaki tepkileri kontrol etmek ve yönlendirmek için rol üstlenmiş siyasetlerden biri. MHP gibi sermaye partileri hep olacak ama emekçi çocuklarını kandırmaları çok üzücü. Umarım bir gün bunlara katılan gençler, kendilerine düşman sınıfa hizmet ettiklerini fark eder, saf değiştirirler. 

Türkiye’nin köklü üniversiteleri bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya. Üniversitenin niteliğini artırmaya dönük herhangi bir müdahale yapılmazken, proje üniversiteler adı altında farklı modeller uygulanmaya çalışılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Eğitim sistemi de üniversite sistemi de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri üç beş yılda bir yeniden tasarlanıyor. Burada çok derin bir mantık olmayabilir. Sorunların özü, kapitalist Türkiye’de eğitime veya bilime yeterince kaynak ayrılmamasıyla ve uzun vadeli, toplumcu bir kalkınma planı olmamasıyla ilgili. Bu ortamda tabii ki ne eğitim ne bilim kurumları kağıt üzerinde vaat ettikleri işlevleri yerine getirebiliyor. Mesela Türkiye’de üniversite mezunu oranı artıyor ama ülke özgün teknoloji üretmekten uzak. Veya lise zorunlu oluyor ama toplamda liseye giden öğrenci sayısı azalıyor, vb. 

Bürokrasi veya siyasetçiler de, sanki yeniden organizasyonla bu kurumların sorunları çözebileceklermiş gibi sürekli yeni düzenlemeler yapıyorlar. Son yardımcı doçentlik düzenlemesinde olduğu gibi çoğunun hiçbir anlamı yok, tamamen absürd. Tabii üniversitelerin bölünmesi düzenlemesinde kentsel rant da rol oynamış olabilir. Her durumda, bu tip garip ve ani düzenlemelere gidilmesi çok yeni bir durum değil. Eğitim sistemlerindeki değişiklikler bir yandan kısa erimli fayda hesaplarına dayanıyor, kentsel rant, daha çok sayıda yandaşa kadro gibi. Diğer yandan ise sorunların sistem içinde reformlarla üstesinden gelinebileceği algısını yaratıyor.  

Söylediklerim karamsarlık olarak algılanmasın. Aksine bugünkü olumsuz gidişatı abartmamak gerek. Uzun vadede ülkemizin ve insanlığın geleceği konusunda çok iyimserim. Tarih bize toplumların ve siyasi sistemlerin sürekli değiştiğini gösteriyor. Eninde sonunda hem Türkiye’de hem başka ülkelerde eşitlikçi, kamucu, akılcı, toplumsal kalkınma için uzun vadeli planlar yaparak işleyen yeni sistemler kurulacaktır. 

Dahası, bu sosyalist toplumlarda ekonomi kafa ve kol emeği ayrımını ortadan kaldıracak şekilde kurgulanacağını tahmin ediyorum. Bilim yapmak herkesin hakkı olmalı. Bilimsel bilgi üretimi yalnızca üniversitelerde değil, her iş yerinde yapılıyor olmalı. 

Bugün Türkiye’de sürdürdüğümüz mütevazı bilimsel üretim ve araştırmacı yetiştirme çabaları da bu geleceğe dönük yatırımlar. Beni bu motive ediyor.