Günümüzde stratejik düşüncenin yeni paradigmaları (Ataman Aksöyek)

Giriş
İkinci Dünya Savaşı'ndan dünya büyük bir yıkımla çıktı. ABD bunun tek istinası idi, güçlenerek çıktı.

1990’lı yılların başlangıcında ABD ekonomik olarak çok parlak bir dönemi yaşamaktaydı. Üretkenliği yüksek bir düzeye ulaşmış, borsası altın devrini yaşıyor işsizlik ve enflasyonu çok aşağılarda, borçları erimiş bir ABD vardı. ABD modeli her alanda başarılı olmuş gibi görünüyordu.

Gizli belgelerinin daha sonra ortaya çıkmasıyla, harp sonunda, Yalta Konferansı'nda Sovyetlerin dünyanın 1/3’ünü, ABD’nin geri kalanını kontrol edeceği şekliyle bir statüko oluşturulduğu anlaşıldı.

Askeri alanda Sovyetler Birliği en güçlü kara kuvvetlerine sahipti. ABD askeri gücünü kara kuvvetleri yoluyla değil, nükleer silahlarla ve bunu kullanmasına olanak verecek hava gücü yaratarak sağlamaya çalıştı. 1949 yılında Sovyetler Birliği de nükleer silahlara ulaştı. ABD nükleer ve biyolojik silahların mümkün olduğu kadar dar bir çevrede kalmasına yoğunlaştı. ABD kültürünü çok geniş bir alana yayarak ve üst yapıyı tamamen ele geçirirken komünist partileri de (Belçika, Fransa, Finlandiya, İtalya, Vietnam, Hindistan, Japonya, Latin Amerika) serbest seçimlerde yüksek oy oranıyla saygınlık kazandı.

1948-49 “Berlin Ablukası”, 1950-53 Kore Savaşı, 1956 Macaristan Krizi, 1962 Küba Krizi, Polonya Krizi gibi gerginliklerde ABD–SSCB statükosu daima muhafaza edildi. ABD’nin faaliyetleri propagandayı aşmadı, Sovyetler de her istediğini yapamadı.

Hakim sınıflar, İkinci Dünya Savaşı'ndan evvel dünyayı sömürerek kendi halkına sağladığı olanaklarla denge sağlıyor, olası muhalifleri susturuyordu ve devlet pazarın içindeydi. Devletin pazardan çıkması istendi. Özelleştirme dalgaları başladı. Dönem geldi, Bilimsel Teknolojik Devrim için hakim sınıfların ek sermayeye gereksinimi oldu. Devlet sosyal harcamaları keserek hakim sınıflara sermaye aktarmaya başladı ve o günlere kadar dengeyi sağlayan sosyal sistem işlemez oldu.

Vietnam, ABD için sadece askeri bir yenilgi değil büyük savaş giderleriyle ekonomik olarak bir dönüm noktası oluşturdu. Altın rezervleri erimeye başladı. ABD’nin yıldızı sönmeye, Pax Americana çökmeye başlamıştı.

1968’de başlayan ve 1970’li yıllarda devam eden hareketler ve ekonomik durgunluk bütün Avrupa’yı sarstığı gibi, Katolik Kilisesi’ni de içine alan değişiklikleri gündeme getirdi. Vatikan için bir devrim, dönüm noktası, olan II. Vatikan Konsili yaşandı.

Sömürgecilik karşıtı hareketler ve 1968 hareketleri sol içinde de değişiklikler getirmiştir. O güne kadar, klasik sol hareketin savunduğu kalkınma ideolojisi ve “Kalkınmacı Yol” etkinliğini kaybetmeye başladı. Devlet, uygun eylemlerde bulunduğu takdirde her ülkenin ekonomik olarak kalkınabileceği fikri çökmeye başladı. Üçüncü Dünya Hareketi’nin oluşmasıyla da yeni bir solun izleri görülmeye başladığı söylenmeye başladı.

ABD, 1983 yılında Ronald Reagan döneminden başlayarak Lübnan’a asker yollayarak, askersiz Grenada’yı, daha sonra Panama'yı işgal, Somali’ye müdahale ederek gerilemekte olan hegemonya düzeyini geri kazanmaya çalıştı.

Thatcher ve Reagan dönemleriyle Neo-konservatifler(1), Neo-liberaller etiketiyle devlet kurumlarını ele geçirmeye başladılar. ABD’nin ve Batı Dünyası’nın gerçek bir etkinliği olmadan Sovyetler Birliği, iç dinamiklerine bağlı olarak çöküyordu(2). ABD için bu çöküş bir sürpriz oldu, hiç beklemiyordu.

İktidara gelen Oğul Bush'a göre Bill Clinton’un sekiz yıllık dönemi savunma bakımında zayıflama dönemi olmuştu. Yeni Bush ekibine göre ABD ve özellikle savunma gücü kuvvetlendirilmeliydi. Bush yönetimi bu yolda yeni projeleri hayata geçirmeye başladılar.

Bakıldığında Oğul Bush’un ekibini ikiye ayırmak mümkündür

Baba Bush (1989–1992) ve hatta daha eski, Başkan Gerald Ford döneminden gelen, Donald Rumsfeld gibi eski kadrolar.
Paul Wolfowitz, Condoleeza Rice gibi milliyetçi yanları ağır basan gençler.

Yeni oğul Bush ekibi
Savunma bütçesini 400 milyar dolara çıkardı.
Daha evvelki yıllarda yapılan silahsızlanma, silahları, nükleer silahların kontrol etme anlaşmalarını tanımadıklarını, anti-misil sistemi kuracaklarını ilan etti.
Soğuk Savaş kesin olarak bitti. Buradan gerekli sonuçları çıkarıp "Rusya ile ilişkilerimize yeni bir şekil vermeliyiz" diye düşünmeye başladılar.
Birleşmiş Milletler gibi kurumların kararlarını tanımama, bu kararları yok saymaya başladı.
Müttefikleri ile olan ilişkilerini baştan düzenlemeye, onları ABD projelerine olası katkılarına, söz dinlemelerine göre sınıflama başladı.
NATO’nun fonksiyonunu değiştirmeye çalıştı. Anlaşmanın 5. maddesini kendilerine göre yorumladı.

Uzmanlar, çalışmalarında 21. yüzyılla, Bush döneminin bitmesiyle beraber uluslararası ilişkilerde derin değişiklikler olduğuna, dengelerin ABD aleyhine, “yükselen”(3) ülkelerin lehine döndüğünü söylemekteler. Yükselmekte olan bu ülkelerin, denge değişmelerine bağlı olarak, uluslararası sahnede daha aktif ve etkin roller almaya başladığına da işaret edilmektedir.

Pek çok analiz, ekonomik gelişmeye bağlı olarak, bu ülkelerin dengeleri değiştirdiğini bunun sadece ekonomik alanda değil, yine buna bağlı olarak askeri alanda da görüldüğüne, bu ülkelerin bütçelerinde askeri giderlere ve yatırımlara önemli payların hızla arttığına işaret ediyorlar. Yeni gelişmekte olan ülkelerin bu değişmelere paralel olarak ekonomik ve askeri değişmeleri dikkate alarak, politik, diplomatik ve askeri alanlarda da yeni dengeler kurmaya çalışmaktalar. Yeni bir güç merkezi oluşmakta olduğunun bilincindeler. ABD’nin ve “Batı”nın hegemonyasını tartışmaya ve sorgulamaya başladıklarını, uluslararası politika sahnesinde yeni tablolar ortaya çıkmakta olduğunu görüyoruz.

XX. yüzyıl sonlarında, sosyal ve düşünce alanında daha evvel başlamış olan, dünyayı kontrol eden ülkelerin hâkimiyetini, sömürgeci ve “post-colonial” geçmişini, üst yapıya etkisini analiz eden, eleştiren etkin düşünce akımları görüyoruz. Bu düşünce akımları dünyaya bakışı baştan yazmaya çalışırken, Batı’nın anlattığı, kabul ettirmeyi başardığı yerleşmiş söyleme eleştirel, alternatif yaygın bir anlatım ortaya koymaya başladı. Konumuzla ilgili olarak ortaya çıkan önemli nokta bu düşünürlerin etkin ülkelerin kendilerine kabul ettirmeye çalıştığı/kabul ettirdiği stratejilerin dışında kendi stratejilerini geliştirmeleri, önceliklerini yeni baştan saptamaları gerektiğini söylemeleriydi. Bu düşünürlerin ortaya koydukları yeni değer dizileri, stratejik olarak baskın ülkelerin kabul ettirdiği/ettirmeye çalıştığından farklıydılar.

Konunun düğümünü oluşturan soru şu: Bu yeni gelişmekte olan ülkelerin aydınları, bilim insanları, ABD ve Batı ülkelerinin ekonomik, askeri ağırlıkları yanında yerleşmiş olan kültürel ağırlıklarından oluşan hegemonyalarını aşabilecek midir? Başta ABD olmak üzere baskın olan güçlerin hegemonyası bu ülkelerin stratejilerini, gündemlerini, entelektüel hayatlarını, analizlerini, kavramlarını etkilemekte ve hatta saptamaktadır.

ABD ve müttefiklerinin yeni gelişmekte olan ülkelerle ilişkileri zaman zaman rekabet, zaman zaman işbirliği içinde gelişmekte ve sürmektedir. Bu durum belli ülkelere ABD’ye karşı çıkma, kendi kavramlarını, stratejilerini ve değerlerini üretebilme, uluslararası takvimin saptanmasında rol oynama olanağını vermektedir. Değişik yazarlar bu yeni durumdan “post-Amerika” dönemi diye söz etmektedirler (4).

Günümüzde ABD global olarak düşünen, ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen, senaryolar, projeler hazırlayan tek ülke olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Çin, Hindistan, Arjantin gibi ülkeler de bu konularda söyleyecekleri olduğuna işaret etmektedir. Ancak, oynanmak istenen bu rolün uluslararası büyük stratejik dosyalar söz konusu olduğunda etkisinin azaldığı da gözlemlenen bir gerçektir.

Konumuzu iki bölümde anlatmaya çalışacağım:

A. Genel olarak stratejik tartışmalar
Stratejik bir tartışma nedir ve neye göre şekillenir sorusuna cevap vermek çok geniş bir alanı kaplayacağı ve zaman zaman soyutlaşacağı için kısa bir yazı içinde cevaplaması bayağı güç bir sorudur. Konu sadece askeri alanı değil, ekonomiyi, insan davranışlarını, kültürü, teknolojiyi kapsayacağı için de güçtür. Kolay yanı, uluslararası ilişkileri, güç dengelerini işlemeye başlayarak olabilir.

Anlatmaya çalışacağımız dönem 1989–1991 yıllarında başladı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan iki odaklı uluslararası politik dünyanın Sovyetler Birliği’nin politik sahneden kaybolmasıyla tek kutuplu olarak değiştiği izlenimi edindik. Uluslararası politik senaryolar ve sahne değişmişti. Hesaplar yeni duruma göre yapılmaya başladı. Ama süreç içinde denklemin görüldüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. 2 – 1 = 1 olmamıştı hiç beklenmeyen bir şekilde, Çin, Hindistan, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika gibi ülkelerin ekonomileri hızla yükselmeye başlamış ve denklem, 2 – 1 = 0 olmuştu.

Bilinen ezberler bozuluyordu. Uluslararası sistemin doğası değişiyordu. Dış etkilerin kullanılması tercih edilmez oluyordu. Alışılmış ittifaklar değişiyor, yeni ittifaklar kuruluyordu. Savaşların yapısı değişiyor, küçük, yöresel savaşlar yaşanıyordu. Barışı sağlama yöntemleri değişiyor, barış çelişenler arasında değil, dışarıdan gelip, kabul ettiriliyordu. Ortalığı bir sis perdesi kaplamıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Körfez Savaşı sonrasında Samuel Huntington “Medeniyetler Şoku”ndan söz edip tarihin sonunun geldiğini söylemiş olsa da bunun gerçeği ifade etmediği Irak, Afganistan, Somali krizleriyle ortaya çıktı.

Artık uluslararası sistemin doğası yanında, onun işleyişi, kabul edilmiş kuralları da tartışılmaya başladı.

Günümüzde stratejinin hangi çerçeve içinde, hangi parametrelere göre, hangi anlam ve yapıda, kimlerle, hangi tehlikelere karşı oluşturulması gerektiği, düşünülen cevapların kalıcı veya geçici olabileceği sorgulanıp tartışılıyor. Benim katıldığım pek çok uzmanın söylediği gibi, halen bütün bu sorulara, güç dengeleri sarih olarak ortaya çıkmadığı için kesin bir cevap bulunabilmiş değil.

Sovyetler Birliği sisteminin var olduğu dönemde hasmı tespit etmek kolaydı. Coğrafyası, yöneticisi, söylemi, yolu, hedefi olan bir karşıt mevcuttu. Devamlıydı. Konuşuyordunuz, pazarlık yapıyordunuz vs. vs. Sovyetler Birliği'nin ortadan kaybolmasıyla bütün bu tablo bozuldu.

Bilinen veya bilinmeyen karşıta kullanılacak bilinen iki öğreti vardır. Obama döneminde buna bir üçüncüsü eklendi. “Akıllı güç” diye Türkçeye çevrilen, yine Joseph S. Nye’in “The Future of Power” (İktidarın Geleceği) ve “The Power to Lead” (Önderlik Etme Gücü) kitaplarında anlattığı “smart power” (akıllı güç). Bunlardan daha çok bilinen hasma karşı kullanılan yöntem olan ”Hard Power”dır (sert güç).

11 Eylül 2001 günü ABD bir şok ve tepkiyi yaşadı. Görülmemiş bir olaydı. Gerçek bir askeri gücü olmayan, az parayla, inanmış ve atanmış bir grup militan ABD’ye meydan okumakta, onu derinden yaralayabilmekteydi.

George W. Bush yönetimi halkın derinden yaralanan moralini ve gururunu kurtarabilmek için, yeni düşman ilan edilen terörizme karşı kesin sonuç alacağını söyledi ve savaş bütçesini hiç olmadığı kadar yükseltip savaşı başlattı. Kural “benimle birlikte olmayan bana karşıdır” idi. Pek çok dünya lideri bu vahşi tutumla mutabık olmasalar, bunu akıllı bir politika olarak görmeseler de ABD’nin bu dayatmasına karşı çıkmadılar, çıkamadılar. Ama ABD dış politikasında, o güne kadar gelen düzenin aksine, yalnız kalmaya başlamıştı. Bu kabadayı politika özellikle Afganistan’da, Irak’ta ve Filistin’e karşı İsrail politikasını desteklemede kendini gösterdi.

Oğul Bush’un ve yeni-konservatiflerin yöntemleri ülkeyi bir kaosa götürmüş, tam bir yalnızlığa itmişti. ABD girdiği çıkmazdan kendini kurtarabilmek için yeni bir yol bulmak zorundaydı.

Önerilen bir çıkış yolu, 1990 yılında, Harvard Üniversitesi “Kennedy School of Government”'ta öğretim görevlisi olan, 2005 yılında ABD’nin en etkili on bilim adamından birisi olarak kabul edilen Joseph Nye’in, 1990 yılında yayınladığı kitabı ile ortaya attığı, daha sonra Paul Kennedy’nin genişlettiği, 2003 yılında Colin Powell’in yaygınlaştırdığı “Soft Power” (Yumuşak Güç) idi (5).

Joseph Nye’e göre, ABD’nin uluslararası hegemonyası, ekonomik, uzay alanlardaki yükselen rekabet, askeri çatışmalara bağlı olarak zayıflamaya başlamıştı. Bu çöküşün önlenmesi, ABD’nin önderliğini devam ettirebilmesi için “Soft Power” konseptini öneriyordu. Ülkelerin uluslararası alanda karşılıklı bağlılığına işaret eden Nye, ABD’nin liderliğini sürdürebilecek, dünyayı etkileyebilecek bir güce sahip olduğuna işaret ediyordu. Ona göre, yeni gelişmeleri dikkate alan bir strateji oluşturmak gerekliydi. ABD, diğer ülkeleri güç kullanmadan, tehdit etmeden ilişkide olduğu ülkelerin çıkarlarının ABD ile aynı olduğuna ikna etmeli, kültürünün parlaklığını kullanarak onların sempatisini kazanmalıydı.

Kitabında ve yazdığı makalelerde düşüncelerini açıklayan Joseph Nye’a göre, ABD dünyada yaşanmakta olan değişimlerde başı çekerek saygınlığını artırmalı, ekonomik gücünü kullanarak işbirliklerini, iletişimini (sinema, tiyatro edebiyat, felsefe alanlarında) artırmalı, başka ülkelerin halklarına açılmalı, ABD’nin teknoloji, bilimsel alanlarda öncü rolüne gireceği yeni bir dış politika uygulamalıydı.

Joseph Nye, dünya ekonomisinin ABD’nin kontrolünden çıkmakta olduğuna, ABD’nin küreselleşme hareketinden yararlandığına, ancak onu kontrol edemediğine, küreselleşmenin bağımsız bir güç olmaya yönelmekte olduğuna, uluslararası kuruluşların güçlendirilmesinin, bunların uluslararası işlemlerinin artırılmasının gerekliliğine de işaret etmekteydi.

Nye’in özellikle altını çizdiği tehlike, dünyada artmakta olan anti-Amerikan eğilimlerdi. Bunun önlenmesi gerekliydi.

ABD’nin umut, değişim, yenilik, Amerikan ideali sloganları etrafında toplanan yeni politikalarını uygulayabilmesi için yeni bir lidere gereksinimi vardı. Bu aşınmamış, dile düşmemiş yeni lider dünyanın sempatisini toplamalı, Neo-Con’ların sürdürdüğü “Hard Power” yerine uygulanacak olan Soft Power stratejisini hayata geçirebilmeliydi.

Bu strateji için, bu stratejiye uygun, aşınmamış, eskimemiş bir isim bir yüz bulunmalıydı. Başkan adayı Barack Obama seçimleri kazanarak ABD’nin başkanı oldu (6).

Obama’nın inandığı bir ideolojisi yoktur. Kendi hayat hikayesini anlattığı kitabında (7) da söylediği gibi, bütün politik hayatı boyunca “her koşulda” pragmatizm hakim olmuş ve daima bir uzlaşma aramıştır. Bu eğilimi başkanlığının başladığı sürede de görüyoruz. Bu eğilim, destekçileri arasında karşılaşılacak zorluklar önünde değişim sürecinden silintiler yapılacağı endişesi getiriyor ve güven çatlamaları yaratıyordu. Süre içinde bu endişelerin haklı olduğunu da gördük.

Akıllı Güç, Obama döneminde uygulamaya giren Soft Power ile Hard Power’ın karışımı bir stratejiydi. Ülkeler, güçleri ne olursa olsun, askeri veya ekonomik güçlerine bağlı olarak bir güç yöntemi bulmaya çalışırlar. Bu güç, kültüre, tarihine, politikalarının meşruiyetine dayanılarak oluşturulduğunda Soft Power yönteminin uygulandığını söylüyoruz. Obama yönetimi, Hard ve Soft Power yöntemlerini birleştirerek, bilgi çağının gerçeklerini, gelişen sivil toplum kuruluşlarının yaygınlığını ve etkinliğini, uluslararası kuruluşları kullanarak devletlerarası diplomasi yerine halklarla diplomasi yöntemini kullanarak yeni bir strateji uygulamaya koydu. Bu stratejinin uygulamasını Libya ve "Arap Baharı" politikalarında görüyoruz.

Anlatmaya çalıştığım bu teorik söylemin yansıması olarak pratikte ne oluyordu?

ABD’nin ekonomik gücü, üstlendiği dünya hâkimi rolünü bugüne kadar sürdürdüğü yöntemlerle devam ettirebilmesi mümkün değildi. Ortaklarını projelerine katmalı, diplomasi ve ikna yolunu kuvvetlendirmeli, değişik projelerin gerçekleştirilebilmesi için taşeronlar bulmalıydı. Örneğin Kuzey Afrika için Fransa’ya bu rol bırakılırken, Orta Doğu, biraz Balkanlar ve Kafkaslar Türkiye’ye ihale ediliyordu (8). Var olan sivil toplum kuruluşlarını devreye sokmalı, gerekirse yenileri kurulmalı/kurdurmalı... Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam Konferansı vb gibi uluslararası topluluklara rol vermeli, iletişim çağının olanaklarından yararlanmalıydı.

Ortaya çıkan yeni tabloda ABD uluslararası alanda en güçlü ülke olduğu, ABD başkanınınsa ABD’nin ve dünyanın en güçlü adamı olarak algılanmasında ciddi şüpheler doğuruyordu.

Uygulanan Hard Power’un dün yürümediği görülmüştü. Bugün ve yarın hiç yürümeyecekti. İkinci yol olan Soft Power, askeri yöntemlerle sivil yöntemleri karıştırmayı, özellikle sosyal sorunlara çözüm bulmayı gerektiriyordu. Yoksulluk, dışlanma, hayal kırıklıkları, işsizlik, milliyetçilik, şiddet ve hatta terörü körüklüyordu.

Bu güne kadar “güven” ve “umut”un arkasına saklanan “tehlike algılaması” daha görülür hale gelmeye başladı. Özellikle orta kuşak için gelecek tehlikesi yakıcı hal alıyordu. Okuyucunun aklına “bunun niye Türkiye’de görülmediği” sorusu gelebilir. Türkiye’de sunulan “umut” ve “güven” örgütlülük düzeyi erimiş toplumun hareketini engelliyor. Bir de eklenecek başka bir noktanın, aydınların ve bilim adamlarının gerçekleri geniş kitlelere söylememeleri, anlatmamaları olduğunu düşünüyorum.

Hakim sınıflar büyüyen memnuniyetsizliğin ve bunun getireceği tehlikenin farkındaydı ve onlar için kendilerine yönelik“güvenlik” konusu yakıcı bir hal alıyordu. Hakim sınıfları tehdit eden güvenliği artık askerle kontrol edebilmek mümkün değildi. Soft Power yanlıları çıkış yolunu müzakerede arıyorlardı. Ama bu yolda da önlerine “güç” sorunu çıkıyordu. Müzakere yöntemine geçişte, anlaşılır şekilde, gücü arkalarında görmek istiyorlardı. Çünkü onların düşünce sistemine hâkim olan, mevcut soruna çözüm bulmak değil, karşıdakinin müzakere yoluyla yenilmesiydi. Bu tablo için Sırbistan, Kosova, Körfez 1991, Irak, Afganistan, Lübnan, Gazze gibi pek çok örnek verebiliriz.

Günümüzde sorunlar güç anlaşılır, güç anlatılır hal aldı. Çok saydığım politikacı ve bilim insanı olan bir hanım, konuşmalarımızın birinde (benzetmeler aklımda kaldığı kadar)“Sokaktaki adam için balina toriğin akrabasıdır. Sistemli düşünen için balinanın akrabası olan kedidir...“ demişti. Tabloyu anlayabilmek için sistemi dikkate alarak düşünmemiz gerektiği kanısındayım. Ömrüm yeterse, siz okuyuculara bu sorunları sırası geldikçe dillendirmeye çalışacağım.

Aksayan bir başka nokta Soft Power düşüncesi felsefi kökünü pazarın sorunlarını kendi kendine ayarlayacağı ve düzelteceği varsayımından alıyor. Evet, kapitalizm güçlü bir sistemdir Feodaliteyi yenmişti, Emperyalizm’i, Globalizm’i yerleştirip yönetmişti. Sosyal Demokrasi’yi değiştirmişti, her coğrafyaya kendini uyduruyor. Önüne çıkan sorunları kökünden çözemese bile ertelemeyi başarabiliyor ama sorununu kesin olarak çözemiyor, başı dertten kurtulmuyor. Liberalizm için kabul edilmez olan devletin müdahalesini tek kurtuluş yolu olarak görmek zorunda kaldı.

Bugün “Arap’ın intikamı”(9) sözleri, haklı olarak gittikçe yaygın olarak duyulmaya başladı.

Bu yazının devamında günümüzde savaş–barış, güvenlik, değişik dinamikler değişik coğrafyalardaki strateji konusundaki görüşleri anlatmaya çalışacağım.

Özdere – Ekim 2011.

Bu yazının hazırlanmasında yardımını esirgemeyen
IRIS ve La documentation Française’deki
tanıdıklara teşekkürler ederim.

Notlar:

(1)1980’li yılların açık olarak ortaya çıkan Neo-Konservatifler hareketinin “Konservatizm” hareketiyle bir ilişkisi olmadığı gibi, “Liberalizm” düşüncesiyle de ilişkisi yoktur. Bu hareketin babaları Musevi kökenli olup 4. Enternasyonal hareketinden gelmektedirler. ABD’ye ilk eleştirileri, SSCB’ne “çok yumuşak davranıldığı” şeklinde ortaya çıkmıştır. Hareketin “Spender” dergisinin CIA tarafından finanse edildiğinin öğrenilmesinden sonra hareketten istifalar olmuştur. Wikileaks belgelerinde bu hareketin bir Musevi lobisi olduğunu söyleyen kayıtlara da rastlıyoruz.
(2) “Sovyetler Niye Çöktü ?” konumuzun dışında olduğu için, genel plan içinde, not ederek geçiyorum. Değinmiş olmak için “Doğu Avrupa Ülkeler’nin yaşadığı hayal kırıklığı, Gorbaçov’un Yalta’yı tasfiye etmesinin, iç liberalizmin yolunu açmasının, kendini üretemeyen rejimi kurtarmak için uygulaya konulan Perestroyka ve Glasnost projelerini yönetememesinin rolü olmuştur” diyebiliriz.
(3) “Pays émergent” (Ekonomisi) “Yükselmekte olan ülkeler”. Yurt içi hasılası (PİB) gelişmiş ülkelerden düşük olmasına rağmen hızla gelişmekte olan Çin, Hindistan, Arjantin, Güney Afrika (değişik kaynaklar Türkiye’yi de bu ülkeler arasında saymaktadır) gibi yeni hızla gelişmekte olan ülkeler. Deyim, ilk kez 1980 yılında, ekonomi alanının bir deyimi olarak, Hollandalı ekonomist Antoine van Agtmael tarafından, “piyasa”, “pazar” ekleriyle kullanılmıştı. Ekonomistler deyimi “ekonomi” deyimiyle kullanmaya devam edertken, “ülkeler” ekiyle daha çok jeopolitik yazılarda görüyoruz
(4) Fareed Zakaria , “The Post American Word” - 2008
(5) J. Bound to Lead : The Changing Natur of American Power – 1900 Basic Books
(6) Obama’nın seçimi ile ayrıntı isterseniz aşağıdaki yazılara da göz atabilirsiniz.
http://www.mavidefter.org/index.php?option=com_content&view=article&id=5...
http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=4110
http://www.mavidefter.org/index.php?option=com_content&view=article&id=4...
(7) “Umudun Cesareti” – Barack Obama
(8) Türkiye için bu rolün ne denli tehlikeler dolu olduğunun tartışılması başlı başına bir yazı konusu olduğu için burada girmemeyi tercih ediyorum. Ekleyeceğim tek şey “üzerine sifonu çekmeyin” sözçüklerini hatırlatıp, iktidarını devam ettirebilmek için bir dış rüzgara gereksinimi olan işbaşındaki hükümetin bu rolü kabul etme zorunluluğuna işaret etmek olacaktır.
(9) “Muare”