Değiştirmek ortak maksadımız: 'Tiyatronun sınıfın yardımına ihtiyacı var!'

Cihangir Atölye Sahnesi yönetmeni Muhammet Uzuner ile tiyatro ve işçi sınıfının güncel ilişkisi üzerine söyleştik.

Tuluğ Ünlütürk

Asgari dergisi Aralık’ta üçüncü sayısıyla sahaya iniyor. Kapakta “Neye yarar bu meclis?” diyerek 2023 TBMM’sini hicveden dergi, “Tiyatroya gidiyoruz” başlığıyla duyurduğu dayanışma kampanyasıyla da hizmet işçilerinin tiyatro izlemesi ve tartışmasına odaklanıyor.

Patronların Ensesindeyiz, Kadıköy İşçi Evi, Beyoğlu İşçi Evi, Moda Sahnesi ve Cihangir Atölye Sahnesi'nin (CAS) işbirliğiyle ortaya çıkan dayanışma kampanyası vesilesiyle CAS yönetmeni Muhammet Uzuner'le tiyatro ve işçi sınıfının güncel ilişkisi üzerine Asgari dergisi ve soL için söyleştik.

CAS kimi kime anlatıyor? Maksadı ne?

Kafamız çalışsın, aklımız açılsın, uyanalım istiyoruz, seyircimizle beraber. Bir araştırma zemini burası, hepimiz için. Kendimizi, birbirimizi, düşünceyi, ilişkileri, davranış ve tavırları, onların kökenlerini… İnsanı araştırıyoruz en nihayetinde. Tarihi ve toplumu araştırıyoruz. Kendimizi de onun bir parçası olarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Çelişkileri görüp eşitlik kurmaya çalışıyoruz. Seyirci ile kurduğumuz ilişki de öyle. Üstenci bir tavırla bakmıyoruz seyircimize. Sahnemiz hemzemin, biz de öyleyiz. Hocalarla öğrenciler de öyle, sahnedekilerle seyirci de… Bu bir rahatlık sağlıyor bize. Değdiğimizi, işe yaradığımızı hissettiriyor. “Karşı tarafa” kendini anlatmak değil, aşağıdakine, yukarıdakine anlatmak değil. İspat etmek, hesap sormak, intikam almak değil. Eşitinle kurduğun ilişkide değiştirme olanağın var. Kendimizi kendimize anlatıyoruz diyebiliriz o yüzden. 

Düzeni değiştirmek hepimizin derdi ama tiyatroda neye tekabül ediyor?

Değiştiremeyeceksek, uğraşılacak iş değil zaten tiyatro. Ama bunun için sorular üretiyoruz. Belki cevaptan çok soru üretiyoruz diyebilirim. Soru sorunca neyi değiştireceğimizi de bulmak kolaylaşıyor, kendimizde de, dünyada da. Bir insanın yaşam eylemi içerisinde nerede olduğu, neye maruz kaldığı, içinde varolduğu kültür içerisinde nasıl bir yol yürüdüğü… Nereden gelip nereye gittiği ekonomik ve politik açıdan.

Derste reel politika konuşmuyoruz pek ama sınıf çatışmasını konuşmadan tiyatro yapamazsınız. O bu şu partiyi konuşup taşımıyoruz derse ama Brecht çalışıp “siyaset dışarı” diyemezsiniz zaten. Bu koca dünyanın hangi parçası olduğunu bilecek insan kiminle ilişkisi ne, kendiyle ne, başına neler geliyor? 

Dünyaya eleştirel bir gözle, piyasaya karşı, sınıf çatışması ekseninden bakıyoruz. Elbette her oyunda aynı dozda ve aynı uçlardan tutarak değil, hayat da öyle değil zaten, sömürünün, sınıflar mücadelesinin binbir yüzü var yaşamın içinde. Onları arayıp bulmaya teşhis etmeye çalışıyoruz en nihayetinde. Soru bir kere sorulunca cevabın peşine düşüyor insan. Değiştirmek böyle mümkün. 

Seyirciniz bu işe ne diyor?

Kendini sahnede hissettiğini söylüyor çoğu seyircimiz. Kolektif bir yapı var burada, seyirci de bunun parçası. Oyunlarımız da bunu kuruyor. Seyircinin özlediği, haz aldığı tarafımız da bu sanırım. İçerik kadar, yapma biçimi de kastettiğim. Her yer tek kişilik, iki kişilik varoluşsal oyunlar yahut “prodüksiyon”larla dolu. Bizim istediğimiz, yaptığımız başka bir şey. Kolektif bir üretim ve eyleme biçimi. “AST’ye benzediniz iyice”, “DTCF Tiyatro gibi oldunuz” falan diyorlar bazen sohbetlerde, ben bundan modası geçmiş işler yaptığımızı değil, piyasanın rüzgarıyla sürüklenilen bir zamanda, emeği dert edinip kolektif işler yapmanın özlendiğini anlıyorum. 

Çok sayıda kapalı, kendi seyircisi, kendi ekonomisi içinde olmayı seven ekip var bu piyasa rüzgarına kapılan değil mi? Anlatılar da öyle, dar, kendinden menkul, mistik… Bizi “bir saat boyunca içine alıp gerçekten koparan” akışlar…  Bir de pahalı bir şey bunu “deneyimlemek” tabi! 

Prestijli etkinlik yapmak nihayetinde mesele, tiyatrodan ziyade, gelip buraya dayanıyor... Birbirlerine etkinlik yapan klanlar ortaya çıkıyor. İcatlar, denemeler… Küçükler de var, büyükler de ama birbirine oynuyor, yazı yazıyor, alkışlıyor, döne döne… Bu “değiştirecek bir şey yok” demek zaten. kapalı devre, değişmeyen, devinmeyen bir aralıkta gerçekleşiyor her şey. Bir meselesi, rahatsızlığı da yok aslında, sorusu da yok o yüzden. “Körler sağırlar birbirini ağırlar” diyoruz biz burada öğrencilerimize, birbirlerine oynayıp birbirlerini beğeniyorlar bazen, esprisini yapıyoruz. Dışarıda böyle ilerliyor ama gerçekten. Zaptedilebilir bir seyirci arıyor, sürpriz istemiyor. Sonunda ayağa kalk alkışla. Skorlar, layklar. Arada telefonlar çıkıyor, oyunda, selamda foto çekiliyor… Bazen burada da oluyor, her şey metalaşıyor, sen bunu anlatan oyun oynuyorsun ve aynı esnada metalaşmaktasın, acı verici. Ama sadece tiyatronun sorunu değil, bu çürüme. Mücadele, sosyalizm bunlar sanata uzaklaştırıldı, telaffuz edilemez hale geldi, yavan dendi ama diğer yandan hayattan da uzaklaştırıldı zaten.  

Siz kendinizi koruyabiliyor musunuz piyasa rüzgarından?

Bir kurtarılmış bölge değiliz biz, çelişkiyle temas etmekten kaçmıyoruz, yaşama değiyoruz, açılıyoruz, dışarı dönüyoruz. Yoksa klan oluruz. Gerçekle ilişkimiz, bizi hayatta tutan şey. Çelişki varsa hayat var. Düzen beni bir yere doğru zorluyor. Ben istiyorum ki köyde kasabada oynayayım, ama mümkün değil. Ticaret yapmaya zorluyor bizi, direniyoruz. Bilet fiyatlarını yüksek tutmamaya çalışıyoruz, atölye oyunlarımızı seyirciye açıyoruz... Bilet fiyatı belirlerken oturup hesaplıyoruz, iki kişi bir akşam tiyatro izlemeye çıksan, çayı, kahvesi, yolu, inanılmaz bir para çıkıyor ortaya. Ona göre fiyat koyuyoruz ki, anlatacaklarımızı dinleyecek birilerine anlatalım. İnanmadığımız bir şeyi söylemiyoruz, anlatmıyoruz çünkü. 

Bu yeterli oluyor mu peki? Maliyeti hafifletmek o seyirciyle karşılaşma ilişki kurma olanağı veriyor mu size? 

Bu düzen bu olanağı bize vermez. Ama dürüst olalım, bizim de bunu yapabilme yeteneğimiz kendi başımıza yok! Bu soru bu düzenin içinde tiyatro yapmanın zorluklarına dair bizim için. Anlatmaya Cumhuriyet tarihiyle de başlanabilir, 80 sonrası da konuşuruz, bugüne nasıl geldik bakarız… Altyapısı olan, izlemeye dinlemeye ihtiyaç duyan bir toplum mu lazım, kamusal bağımsız tiyatroların desteklenmesi mi lazım, konuşur, tartışırız. Ama en nihayetinde bugün birbirimize değmekte güçlük çekiyoruz işçilerle. Durum net. Bu konuda da üstenci bakamayız. Yardıma ihtiyacımız var tiyatro olarak. 
Bir yönetmenimiz vardı adım başı “onu da ilgili kuruluşlar halletsin” derdi. Yani biz tiyatro yapıyoruz, işimizi kendimizi sınıfsal bakışımızı esirgemeden maksattan kopmadan yapmak, mücadelenin bütününe kendi parçamızı katmak, katılmak durumundayız. Ama emekle buluşmak için yardıma bizim de ihtiyacımız var. Düzelteyim: Gişe kaygısı olmayan kamusal tiyatroların işçilerle buluşabilmesi için kendi mücadelesinin yanında örgütlülükle, sınıfın kendisiyle eşitlenmesi ve dayanışma içinde olması gerekiyor. Birlikte aynı yöne yürümenin yolunu bulmak durumundayız. Bizler ortak bir maksata sahibiz: Değiştireceğiz. Yardım kibiri burayı bozar. Dayanışma zemini burayı gerçek kılacak olan. 

Hizmet işçileri ile bir dayanışma kampanyasının katkıcısısınız bu ay Asgari’de. Hizmet işçileri kent merkezlerinde tanımsız, uzun saatler çalışan, birlikte vakit geçirmek için zaman ve enerji bulmakta zorlanan bir kesim. Buna genç kültür sanat emekçilerini de dahil edebiliriz hatta! Yani temel sorun tiyatro bilmemek değil, onunla buluşamamak sanki… 

Bizim açımızdan çelişkiler alanı, onlar açısından da kapitalizm bilerek gündelik düşünmeye zorluyor, fiziki olarak da, düşünsel olarak da vakit yok. Halbuki onun da ufku açılacak belki bizim gibi. Taşra’da tiyatro başkadır mesela, daha gerçektir, bir seçenektir herkes için. Yıllarca Antalya’da tiyatro yaptım ben. İstanbul’da birbirimizi kaybediyoruz, şehir paramparça, kim kimi nerede bulacak? Bu kampanya bizi de heyecanlandırıyor bu yüzden. Bir buluşmaya yer açabilirsek ne mutlu bize! 

Asgari için de bir iki şey söyleyeyim yeri gelmişken. Dergiyi ilk gördüğümde dedim ki, bakalım ne kadar sürecek, kağıt pahalı, dağıtım zor, nefes aldırmıyor düzen… Ama okurken dili samimiyeti aldı beni içine, bunları düşünmeyi bıraktım. Sorunları dayanışma çözüyor, mizah zaten muazzam bir güç. Dolayısı ile en ciddi, acıtan konuları en rahat ilişki kurulabilir, göğüslenebilir hale getiriyor dergi. Okudukça o yeri açtı bende… 

Burjuva oyunculuğu kozmetiktir: 'Aklını başına devşir!'

CAS’ta  konservatuar eğitimi de veriyorsunuz. Bir eğitmen olarak güncel tiyatro eğitimi konusunda ne düşünüyorsunuz? Öğrenciler ve genç tiyatro emekçileri için öneriniz var mı?

Dar bir cevap vereceğim, şu an kozmetik bir yerden çalışıyor okullardaki eğitim. Oyunculuğun zaaflarına tutunarak, kozmetik, görünürlüğü mesele edinen ve parçalı bir oyunculuktan ibaret öğretilen. Burayı kurarken aslında tutunduğumuz şey de buydu. Oyunculuğun duygusal bir şey değil, düşünsel bir iş olduğunu anlatabilmek… “Sahneye çıkarken aklını bırak” diyen bir eğitim değil verdiğimiz, bilakis, “aklını başına devşir” diyoruz biz sürekli. Düşüncesiz bir duygu hezeyandır ve şimdilerde hezeyanlara bayılıyor herkes. Bu düzen de bayılıyor. Bizde oyunculuk düşünceyle yapılır. O yüzden dramaturji diye bir kavram var. Ama engel olarak görülüyor şu an. Gerçekle karşılaşmak yerine duyguyla, hezeyanla, kozmetik olanla ilerliyor yolunda. 
Mesela Brecht duygusuz geliyor insanlara, akıl katır kutur, kuru bir şey sanıyorlar ama akılla duyguyu birlikte kurmak mümkün. Bunu istemez ki bu düzen! Aklını yitirmek, duygudan duyguya koşmak, yönünü yitirmek, sürüklenmek… 
Ben gördüm böyle öğrenci daha önce, tiradın sayfasını yırtmış kitaptan, metnin geri kalanından haberi yok, elindeki parçanın “duygularını” arıyor. E metnin aklı? Yok. E senin aklın? Ona da gerek yok çünkü kendini gösterip, inecek sahneden, bir şey değiştirmeyecek, bir şeye eklenmeyecek, bir gerçeğe varmayacak. Burjuva oyunculuğu reflekslerle çalışır, duygu işidir, olaylara tersten bakmaz. Bu yüzden “aklını başına devşir” diyoruz, ayıl, uyan!

Kamusal bağımsız tiyatrolar başlığındaki mücadele dönem dönem öne çıkıyor. Burada güncel durum ne? 

Bu alan bugün düzen koşulları içerisinde var olmaya çalışan, gişe kaygısı olmayan kamusal bağımsız tiyatrolar için çok önemli. Kurum tiyatroları var bir yandan, Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları böyle. Devletin ucuza oyun seyrettirmesi önemli bir şey ama bu devletin seçtiği oyunlar değil onlar! Diğer yandan ticari, prodüksiyon tiyatroları var, sermaye demek, piyasa demek bu. Kastettiğim bunlar ve bunların oyunları da değil. 

Dolayısı ile devlet ve yerel yönetimler bütün bu kamusal bağımsız tiyatro varlığını bütün kabul edip destekleyerek oyun izletmeli halkına. 

Son günlerde Kadıköy Belediyesi Alan Kadıköy’de yaptığı prodüksiyonla tartışılıyor bu alanda da. Sahne olanaklarından faydalandırmadığı gibi, bağımsız tiyatroları eşit olarak desteklemek yerine kendi bünyesinde seçtiği oyuna prodüksiyon sağlıyor. Yani tiyatro da ranta ekleniyor bu yolla. Bu kültür üretmek demek değil, belediyeye etkinlik üretmek demek. 

Bağımsız tiyatroların alanını kapatmak, hem ticarete zorlayıp hem haksız rekabet üretmek  demek. Onlar kocaman bütçelerle prodüksiyon yapıp ucuza bilet satacak, biz zar zor oyun yapıp pahalıya satmak zorunda kalacağız hayatta kalmak için… İşte bu piyasa rüzgarı.